3.24.2009
3.16.2009
3.12.2009
Pembeyse başkasının olsun o zaman.
Biraz önce dışarıdan kapı gıcırtısı/kapı açılış sesi geldi. Bi an başkentte salonun salomanjesinde sokağa en yakın olan sandalyede oturduğumu hissettim ve tabii ki komşumuz eski Ankara asilzadesi Şükrağn Teyze kapısını açmış yine bi şeylere bağırıyordu. Bazen oluyor böyle hisler.
3.01.2009
sadecepazarlarıyazılanyazı
Kucubikucubikucubilavd fon müziği eşliğinde, sabah şekeri kıvamında raks ederek girmek isterdim programa lakin keyfimin yerli yersiz değişmesi beni bu tür kıvrak hareketlerden alıkoyuyor. Son zamanlarda değişen bişi yok da değil Ayça'cığım. Her şey o kadar ters köşe ki hızına ne ben yetebiliyorum, ne de durdurabiliyorim kontratakları -Fitbol terminolojisinde uzman prezentabl bay-. Sürekli koşmam yetişmem gereken her şeyler var. Tabi bu yürüyen merdivenleri bile tırmanarak çıkan modern şehirli insan repliği değil. Zihinsel, tinsel, tensel işte kafiye ne kadarını alıyorsa ona dair bişey. Müteheyyiç duruşumu mu kaybediyorum insanlığa karşı yoksa laağn diye de içimden geçmiyor değil. Sevişmekten başka yapılacak bi şeyin kalmadığı zamanlardaki apatikliğim gibi beni sinir eden lakin "yapıcakbişiyok" telkinimle kendi içinde cool duran duruşa "lö eğiğeksek duz puvan" diyorum. İyi boklar yiyorsun. Dün elime geçen 200 TLlik banknottaki Yunus Emre derler bir adamın sevelim sevilelim aforizmasına kanış belki de. İnsanın en doğal ihtiyacı bu etken ve edilgen eylemler yaraları sarar da yaralar da. Lakin bu bizim biçem kaygımız her noktada kendini gösteriyor. Nasıl olmalı da olmalı. Hemen kaçıp gidilmeli mi karanlık odalardan, dışarıda kocaman bir güneş varken. Kimse de olmamalı güneşin etrafında o zaman. O parlasa parlasa dursa ama gözünün gördüğü her şeyi aydınlatan bu gerzek daire bi insanın zihnini aydınlatamıyor. Kafama bi delik açsam aydınlanır mıyım sempatikliğinde espriler falan bile yapılabilir bu durumda. Ama şimdi hiçbi şeyin değeri yok, ne güneşin ne de onun ışınlarını yansıtan nesnelerin. Kimse yeterince sevilebilir değil. Ya da hakedişlerde bi sorun var. Bu yüzden insanları tanıyana kadarki ile onları kabullenişimizden sonraki evreler iyi güzel de. Peki o diğer ara n'olucak. Kopuşlar, Zeynep Tokuşlar, binbir çeşit delikten girişler çıkışlar, yine de bakışlar falan. Dünyayı sadece güneşle yaşamak mümkün değil ne yazık ki zaten o da dünyada değil. O yüzden bunu yaşamak, tükürdüğünü yalamak zorundasın ağıraksakçığım. Zaman ilaç değil ama, zaman çürütücü. Rahat ol, bırak somurt, kamaralar kapalı. Kimseye -mişçilik yapmak zorunda değilsin. Git hedonist falan ol neblim şimdi bilemedim ne diyeyim kendime.
2.27.2009
Ömrü hayatımın büyük bölümü güzide toplumlar tarafından belirlenen kurallara uyum süreciyle geçti. Ayakkabı bağlama, analog saat okuma, ayaklarımı yere sürtmeden yürüme, uyurken farklı kıyafetlerle yatağa girme, soğukta sıkı sıkı giyinme, mıy mıy konuşmama, kırmızı parkeye basabilme ve daha niceleri. Tabi bunlar bende nicellikleriyle baki kalıyor mantık aramadan. Aman neticede bi keresinde analog saati okumuştum, istesem okurum ama niye istemediğim bi saati okuyayım ki. Düşünsenize kırmızı parkeye basmadığım için anarşist bile hissedebiliyorum kendimi. Anarşim kendi içimde lan! Tabi beni gören tanıyanlar için dünyanın en yüzeysel insanı olmaktan öteye gidemiyor hal ve tavırlarım belki de. Örneğin soğukta otuz kat giyinememe örneği-bir cümle içinde iki kere aynı kelimeyi kullanmaya kıl olan insanlar tanıdım, zaten yoktular-, ben sanki İbiza'nın yerlisi edasıyla tüm alışverişlerimi bir bahar akşamı rastladım sana güftesi eşliğinde yapıyorum belki. Size ne yahu. O kalın şeylerle zaten kısıtlı olan mobilite faaliyetimi bir de onlar mı sekteye uğratacak. Ben kafamın geçtiği her yerden geçmek istiyorum af edersiniz. Hem yazlıkları kışın da giyebiliriz ama kışlıklar öyle mi, artık hurça mı alırsınız bavullara mı tıkıştırırsınız hep derttir.
2.24.2009
Biz hep yeryüzündeydik.
1.30.2009
Paris'i hiç sevmedim.
"Paris'i hiç sevmedim.
İlk gördüğüm andan itibaren sevmedim. Paris'i sevmemek olmaz halbuki.
Paris'i sevmemek yasaktır. Yok öyle lafın gelişi değil, hakikaten yasaktır. Ya da daha ziyade haramdır. Hiç mi hiç kabul görmez Paris'i sevmemek. Üç-beş kişinin arasında Paris'i sevmediğini söyle. Hemen muammalı manalı gözlerle bakarlar adama. Birden bir sessizlik olur ve gelir karşında durur. Bir açıklama beklenmektedir. O kadar aykırı bir şey söylemişsindir ki, bu aykırılığın farkında olmamak hakkın da yoktur. Bu yüzden beklenen açıklamayı 'sızdırırsın' ortama. Bir kelimeyle geveleyerek. Bir başka kelimeyle ebeleyerek. Bir açıklama hazırlamışsındır kendine, önceden, kendin bile fark etmeden, böyle durumlar için, Paris'e dair sessiz kalamama ihtimalin için. Açıklama 'apaçık olmama' erdemine sahipse, yırtarsın. Şimdilik affedilmişsindir. Paris'i sevmeyişin samimidir, hatta daha da iyisi, belki de amaçsızdır. Mesela, kişisel birtakım garabetlerinle ilgilidir bu mesele. Ama yine de dikkat çekmek isteyen bir zibidi ya da bir tür 'aranıyor' olma ihtimalin her zaman mahfuzdur. O yüzden, bir köşeye 'bir acayip' diye yine de not edilir adın. Halbuki sen kendini Paris'te, aynalarla çoğaltılmış sokaklarda, aynalarla büyütülmüş bir mekânda, aynalarla sonsuzlaştırılmış bir girdapta hissetmektesindir. Sende bulantı yaratmaktadır Paris. Her hareket etmeye kalkıştığında, Paris'in hiç bitmeyen yuvarlak köşeleri sanki boğazına dolanmaktadır, boğazını sıkmaktadır. Paris, kıpırdadığın anda seni boğmaktadır. Cansız bir mekânın, yığılmış, oyulmuş taşların, her gün utanmadan, sıkılmadan, yerinmeden insanlardan rol çalışını seyretmek adeta adalet duygunun kimyasını bozmaktadır. Paris'te herkes kayboluverir. Öyle New York'ta kaybolmak gibi değil. İstanbul'da kaybolmak gibi hiç değil. Paris seni, kendinde kaybeder. Hemingway kalkar gider Paris'te yaşar. Bu seviyeli macerada başrolü hemen Paris kapar. Paris bir karadelik gibidir. İsmi cisminden, kütlesi kitlesinden çok büyüktür. Yaklaşanı hüüp diye yutar. Yuttukça çekim alanı da çekim gücü de artar. Bu şişmiş parkın çok pişmiş bekçisi Parisliye ise, meşrebi hasebiyle, tahammül, hiç mümkün değildir. Paris denen karadeliğin yuttuğu 'evrensel taşra' egolarından kopan parçalar, uçar gider Parislininkine eklenir. Parislinin egosu seninkinden çekip koparttığı parçalarla büyür de büyür. Büyüklüğü ta dünyanın öbür ucundan görünür. Allahtan Parisliye rağbet etmemek Paris'i sevmemek kadar büyük bir suç değildir. Hatta tam aksine, Parisliyi sevmemek bir kitle sporudur. İnsan bir acayiptir, bir taş parçasının egosunu sonsuza kadar şişirebilir.
Ama çok şükür ki, bu taşın bekçisinin egosunun şişmesine bir yere kadar tahammül eder. Parisliyi Fransız bile sevmez. Ona yalnızca Paris'in bekçisidir diye tahammül eder. O kadar. Çünkü Fransız, Paris'siz kendini bir hiç hisseder. İşin fenası cümle âlemin Paris'te ne bulduğunu, neyi sevdiğini, neye taptığını da anlamamak, görmemek mümkün değildir. O kadar basit, o kadar güzel ve o kadar yuvarlaktır Paris. Bir kullanım kılavuzu gibidir. Ama o mu sizi kullanır? Siz mi onu? Bunu kimse bilmez. Paris gibi büyük bir 'consensus' karşısında kendi dilinde tercüman olamazsınız kendine. Koşup İngilizce bir veciz yaparsın. 'Paris is not a city. It's only a site' dersin. Bu defa da ecnebiler bile aynı muammalı manalı gözlerle bakarlar sana.
İşte Paris böyle devasa bir 'consensus'tur. Sonra birden fark edersin, CON-SEN-SUS'un 'Fransızca-Türkçe fusion' çevirisi SALAK-SEN-SUS'tur.
Salak, sen sus, Paris konuşsun, dünya konuşsun.
Sonunda dayanamazsın, bir sonu gelsin istersin Paris'in. Sonu gelsin şu biteviye aynalı arşın.
Sonu gelsin istersin, bu dünyadan ve hayattan büyük CONSENSUS'un, bu SALAK-SEN-SUS'un. Hakikaten istersin. Adamsan, istersin..." Gökhan Özgün
1.28.2009
yasamasafasofiso
*Bakın! bakın! İki elimi bırakarak krizi fırsata dönüştürebiliyorum. Aman Allahım. Fırsat kelimesinden de tiksindiğim kadar neden tiksinirim diye düşündüm şimdi de bulamadım. O kadar fena. Fırsat sanki başkasının malını gasp etmek gibi adeta, fiili livata gibi benim için. Şu hayatta her bi şeye pragmatik yaklaşmayı belletilmiş bir düzenden de başka kelime beklenemez tabii ki. Yani üç kuruşa beş köfte verebilecek bir küçük esnafın yokluğundan oluyor ne oluyorsa. *Anakara sayfamın ortasında iken tam da değişik duygular içerisindeyim. Çok değişik, hayatta tatmadığım duyguları tadıyorum çok fena. Ateşle oynuyorsun diyorum kendi kendime, kendi kedime diyemiyorum çünkü o şu an çok uzaaklaardaaa (yunan ezgisi artı nilüfer yorumuyla). Yani ilk kez hissedilen duygular onları tanımlama biçimlerimiz obiçimlikten çıkıp gayet rasyonel bir hal tavıra dönüşüyor. Evet inkar etmedim hiçbi zaman ama görmemezlikten gelmek de tinimize bi fayda sağlamıyor. Ama yoğun hissettiğin bir şeyleri sanki o diğer püften duygular gibi gaz halinde değil de katı gibi boynunda çıkan bi beze gibi hissediyorsun. Böyle hani oynamaktan kendini alamazsın, bastırsan geri de gitmez anca bir o yana bir bu yana yatar. Öyle bir şey işte. (Erkin Koray-Erol Evgin düeti) * Arkadaşların vardır senin bi de. Onları sıradan görmek lazımdır. Sıradan görmezsin onları yanlış anlaşılmasın, hepsi nevi şahsına münhasırdır. Zaten arkadaş hususunda asla jakoben, opportünist ne bileyim faşist ve bilimum siyaset terminolojisindeki sıfatları kullanmaksızın özgürüm ve bağımlıyım(bi kere de çelişme be) . Herkesin herkese ihtiyacı var. İnsan sadece kendi dünyasında dönerse ancak kendi kadar olabilir. O ilkokuldaki haftada beş çeşit beslenmeye mahkum oluşumuz gibi. Tamam simit ayranlar hep yanımızda olsun. Ama bozukluk çıkmıyo bazen işte olamıyorlar yanımızda takamıyoruz simitleri kolumuza. Patates gününe kalıyoruz bazen de. Hemen ama ben çok severdim papates gününü diye başlama boşluk. Hepimiz o annelerimizin sabahın köründe kızarttıkları yağa belenmiş on saatten sonra sittin sene erekte olamamış penis misali papateslerin favori yiyeceklerimiz olmadığını biliyoruz. Neyse burdan tüm papateslerden özür diliyorum. Sadece verdiğiniz tat benim favorim diil. Ama insan aramıyor da değil bazen işte. Ben de sizin patatesinizim biliyorum. *Fırsattan daha tiksinç bir kelime daha varsa o da canımcımdır.
1.23.2009
sustukça sıra bana gelecek
" Birbirimizi anlayamayacağız korkusuyla, sözcükleri gereğinden çok fazla kullanıyoruz. Konuşmamanın, iletişim kurmayı reddetme anlamına çekilmesinden, kabalık olarak görülmesinden korkuyoruz. Ayrıca çok fazla konuşuyoruz. Sessizlik bizi ürkütüyor. Sessizliği denetleyemiyoruz. Oysa sessizlikte, sezinlediğimiz ama tanımadığımız dürtülerin, özgürlüğün ve gelişigüzelliğin son noktası saklıdır. Sözcükleri kullanmakla, sessiz dünyaya kendi düzenimizi zorla kabul ettirmiş oluruz. Kendimizi güvende hissederiz. Sözcük kullanmamız, etrafı izleme, bilinmeyeni sorgulama, sözlü tanıma haritası olmayan şeyleri sözcüklerle kodlama eğilimimizden doğan bir gücün işaretidir. Sözcükleri kullanmakla, çevremizdeki şeylere sahip oluruz. Sahip olunca da kendimizi güçlü, her şeyi denetleyen bir konumda hissederiz. Aymazlığımızın doruğu da budur işte. Başını kuma gömen devekuşundan farksız bir durum. Birer ikame olan sözcükler, kendimizi yaşama bırakmaktan alıkoyar, deneyimlerimizin önüne geçer. Sözcükler bizi kör eder. Tüm duygularımızı ve düşüncelerimizi birer sözcüğün içine sıkıştırma yolundaki baskın faaliyet, duyularımız aracılığıyla ulaşacağımız kavrayışı engeller, önünü keser. Böylece duyular, sözcüklere bir yardımcı olarak kullanılır yalnızca. Yalnızca sözcüğün anlamını zenginleştirmek için kullanırız onları. Buna karşılık, sözcüklerin, duyuların toplam deneyimini zenginleştirmek için kullanıldığı pek nadirdir. Konuşma diline öyle alışmışız ki, arabayı atın önüne koşuyoruz. Yapay kategoriler, yaşam deneyimlerinin yerini almış durumda. Tüm duyularımızın toplamından da yoğun kavramlar, her nasılsa, sözcüklere teslim ediliyor. Türümüzün en karmaşık ve en zengin deneyimlerinden biri olan aşkta örneğin, “seni seviyorum” sözcükleri, bakıştan, temastan, kokudan ve aşkı ifade eden çeşitli seslerden çok daha büyük önem kazanmıştır. Duyularımızın ortak yaşanmışlığı aracılığıyla aşkı paylaşmaktansa, ona sözcüklerle sahip çıkmaya çalışıyoruz. Her aşk farklı olduğuna göre (farklı kokular, farklı dokunma biçimleri, farklı psikolojik roller), her aşkta, paylaşılan sözcükler de farklı olur, diye düşünüyor insan. Ama, hayır! Kalıp sözcükler, yaşadıklarımızdan daha önemli. Ve “seni seviyorum” tümcesindeki totaliter sahiplenme, tüm aşk deneyimlerini standartlaştırıyor. Aşkı nicelleştiriyor. Bu tümceyi, aşkı aritmetiğe dökmek için kullanıyoruz: “Ben, üç kere âşık oldum.”
Aşkın söz aracılığıyla sahiplenilmesi ve nicelleştirilmesi aşkın çok renkli ve çok dilli olduğu yaşanmışlığına aykırıdır; onun insandan insana ve deneyimden deneyime değiştiği gerçeğine ters düşer.
Sözcükler, aşkı, birbirini dışlayan kategorilere sokar zorla. “Kimi seviyorsun, onu mu, yoksa beni mi?” gibi bir tümceyle, bir aşk durumunun ille de doğrulanması, sınıflandırılması gerektiği için ne çok insan acı çeker, çıldırır, intihar eder ya da başkalarına acı çektirir. Mutlaka birinden biri olmalıdır çünkü. Biri varsa, diğeri olamaz. Sırf, söz paradigmasının tutsağı olduğumuz için. Aşkın karşılığı olarak sekiz, on, on beş sözcük olsaydı keşke. Daha az kıskanıp sahiplensek, standartlaşmanın kısırlaştırıcı baskısına yüz çevirip, benzersizliğe daha çok değer verseydik. Dikey hiyerarşiyi boşlasaydık. Peki, ya aşkın karşılığı olan hiçbir sözcük olmasaydı? O zaman aşk olmayacak mıydı yani? Aşk duyulmayacak mıydı o zaman? Aşk, sözden önce de vardı." Gündüz Vassaf - Cehenneme Övgü
1.18.2009
Yoğun bir çizimleme döneminden sonra yine "istanbulsenikaybetmiş" pamela edasıyla "ee n'apicam ben şimdi?" lakırdılarımıza dönebiliriz. Artık ertelediğim hayallerim, realitelerimin önüme dizildiği bir on beş günlük dönemim var. Neyse ki birinci dereceden biricik akrabamın alyanslanacağı için bahanesibol reklam titrimi alnıma yapıştırabilirim. Bana kar kalabilecek olan anakaraya dönüşteki detokslanmalar olabilir.