3.24.2009
3.16.2009
3.12.2009
Pembeyse başkasının olsun o zaman.
Biraz önce dışarıdan kapı gıcırtısı/kapı açılış sesi geldi. Bi an başkentte salonun salomanjesinde sokağa en yakın olan sandalyede oturduğumu hissettim ve tabii ki komşumuz eski Ankara asilzadesi Şükrağn Teyze kapısını açmış yine bi şeylere bağırıyordu. Bazen oluyor böyle hisler.
3.01.2009
sadecepazarlarıyazılanyazı
Kucubikucubikucubilavd fon müziği eşliğinde, sabah şekeri kıvamında raks ederek girmek isterdim programa lakin keyfimin yerli yersiz değişmesi beni bu tür kıvrak hareketlerden alıkoyuyor. Son zamanlarda değişen bişi yok da değil Ayça'cığım. Her şey o kadar ters köşe ki hızına ne ben yetebiliyorum, ne de durdurabiliyorim kontratakları -Fitbol terminolojisinde uzman prezentabl bay-. Sürekli koşmam yetişmem gereken her şeyler var. Tabi bu yürüyen merdivenleri bile tırmanarak çıkan modern şehirli insan repliği değil. Zihinsel, tinsel, tensel işte kafiye ne kadarını alıyorsa ona dair bişey. Müteheyyiç duruşumu mu kaybediyorum insanlığa karşı yoksa laağn diye de içimden geçmiyor değil. Sevişmekten başka yapılacak bi şeyin kalmadığı zamanlardaki apatikliğim gibi beni sinir eden lakin "yapıcakbişiyok" telkinimle kendi içinde cool duran duruşa "lö eğiğeksek duz puvan" diyorum. İyi boklar yiyorsun. Dün elime geçen 200 TLlik banknottaki Yunus Emre derler bir adamın sevelim sevilelim aforizmasına kanış belki de. İnsanın en doğal ihtiyacı bu etken ve edilgen eylemler yaraları sarar da yaralar da. Lakin bu bizim biçem kaygımız her noktada kendini gösteriyor. Nasıl olmalı da olmalı. Hemen kaçıp gidilmeli mi karanlık odalardan, dışarıda kocaman bir güneş varken. Kimse de olmamalı güneşin etrafında o zaman. O parlasa parlasa dursa ama gözünün gördüğü her şeyi aydınlatan bu gerzek daire bi insanın zihnini aydınlatamıyor. Kafama bi delik açsam aydınlanır mıyım sempatikliğinde espriler falan bile yapılabilir bu durumda. Ama şimdi hiçbi şeyin değeri yok, ne güneşin ne de onun ışınlarını yansıtan nesnelerin. Kimse yeterince sevilebilir değil. Ya da hakedişlerde bi sorun var. Bu yüzden insanları tanıyana kadarki ile onları kabullenişimizden sonraki evreler iyi güzel de. Peki o diğer ara n'olucak. Kopuşlar, Zeynep Tokuşlar, binbir çeşit delikten girişler çıkışlar, yine de bakışlar falan. Dünyayı sadece güneşle yaşamak mümkün değil ne yazık ki zaten o da dünyada değil. O yüzden bunu yaşamak, tükürdüğünü yalamak zorundasın ağıraksakçığım. Zaman ilaç değil ama, zaman çürütücü. Rahat ol, bırak somurt, kamaralar kapalı. Kimseye -mişçilik yapmak zorunda değilsin. Git hedonist falan ol neblim şimdi bilemedim ne diyeyim kendime.
2.27.2009
Ömrü hayatımın büyük bölümü güzide toplumlar tarafından belirlenen kurallara uyum süreciyle geçti. Ayakkabı bağlama, analog saat okuma, ayaklarımı yere sürtmeden yürüme, uyurken farklı kıyafetlerle yatağa girme, soğukta sıkı sıkı giyinme, mıy mıy konuşmama, kırmızı parkeye basabilme ve daha niceleri. Tabi bunlar bende nicellikleriyle baki kalıyor mantık aramadan. Aman neticede bi keresinde analog saati okumuştum, istesem okurum ama niye istemediğim bi saati okuyayım ki. Düşünsenize kırmızı parkeye basmadığım için anarşist bile hissedebiliyorum kendimi. Anarşim kendi içimde lan! Tabi beni gören tanıyanlar için dünyanın en yüzeysel insanı olmaktan öteye gidemiyor hal ve tavırlarım belki de. Örneğin soğukta otuz kat giyinememe örneği-bir cümle içinde iki kere aynı kelimeyi kullanmaya kıl olan insanlar tanıdım, zaten yoktular-, ben sanki İbiza'nın yerlisi edasıyla tüm alışverişlerimi bir bahar akşamı rastladım sana güftesi eşliğinde yapıyorum belki. Size ne yahu. O kalın şeylerle zaten kısıtlı olan mobilite faaliyetimi bir de onlar mı sekteye uğratacak. Ben kafamın geçtiği her yerden geçmek istiyorum af edersiniz. Hem yazlıkları kışın da giyebiliriz ama kışlıklar öyle mi, artık hurça mı alırsınız bavullara mı tıkıştırırsınız hep derttir.
2.24.2009
Biz hep yeryüzündeydik.
1.30.2009
Paris'i hiç sevmedim.
"Paris'i hiç sevmedim. İlk gördüğüm andan itibaren sevmedim. Paris'i sevmemek olmaz halbuki. Paris'i sevmemek yasaktır. Yok öyle lafın gelişi değil, hakikaten yasaktır. Ya da daha ziyade haramdır. Hiç mi hiç kabul görmez Paris'i sevmemek. Üç-beş kişinin arasında Paris'i sevmediğini söyle. Hemen muammalı manalı gözlerle bakarlar adama. Birden bir sessizlik olur ve gelir karşında durur. Bir açıklama beklenmektedir. O kadar aykırı bir şey söylemişsindir ki, bu aykırılığın farkında olmamak hakkın da yoktur. Bu yüzden beklenen açıklamayı 'sızdırırsın' ortama. Bir kelimeyle geveleyerek. Bir başka kelimeyle ebeleyerek. Bir açıklama hazırlamışsındır kendine, önceden, kendin bile fark etmeden, böyle durumlar için, Paris'e dair sessiz kalamama ihtimalin için. Açıklama 'apaçık olmama' erdemine sahipse, yırtarsın. Şimdilik affedilmişsindir. Paris'i sevmeyişin samimidir, hatta daha da iyisi, belki de amaçsızdır. Mesela, kişisel birtakım garabetlerinle ilgilidir bu mesele. Ama yine de dikkat çekmek isteyen bir zibidi ya da bir tür 'aranıyor' olma ihtimalin her zaman mahfuzdur. O yüzden, bir köşeye 'bir acayip' diye yine de not edilir adın. Halbuki sen kendini Paris'te, aynalarla çoğaltılmış sokaklarda, aynalarla büyütülmüş bir mekânda, aynalarla sonsuzlaştırılmış bir girdapta hissetmektesindir. Sende bulantı yaratmaktadır Paris. Her hareket etmeye kalkıştığında, Paris'in hiç bitmeyen yuvarlak köşeleri sanki boğazına dolanmaktadır, boğazını sıkmaktadır. Paris, kıpırdadığın anda seni boğmaktadır. Cansız bir mekânın, yığılmış, oyulmuş taşların, her gün utanmadan, sıkılmadan, yerinmeden insanlardan rol çalışını seyretmek adeta adalet duygunun kimyasını bozmaktadır. Paris'te herkes kayboluverir. Öyle New York'ta kaybolmak gibi değil. İstanbul'da kaybolmak gibi hiç değil. Paris seni, kendinde kaybeder. Hemingway kalkar gider Paris'te yaşar. Bu seviyeli macerada başrolü hemen Paris kapar. Paris bir karadelik gibidir. İsmi cisminden, kütlesi kitlesinden çok büyüktür. Yaklaşanı hüüp diye yutar. Yuttukça çekim alanı da çekim gücü de artar. Bu şişmiş parkın çok pişmiş bekçisi Parisliye ise, meşrebi hasebiyle, tahammül, hiç mümkün değildir. Paris denen karadeliğin yuttuğu 'evrensel taşra' egolarından kopan parçalar, uçar gider Parislininkine eklenir. Parislinin egosu seninkinden çekip koparttığı parçalarla büyür de büyür. Büyüklüğü ta dünyanın öbür ucundan görünür. Allahtan Parisliye rağbet etmemek Paris'i sevmemek kadar büyük bir suç değildir. Hatta tam aksine, Parisliyi sevmemek bir kitle sporudur. İnsan bir acayiptir, bir taş parçasının egosunu sonsuza kadar şişirebilir. Ama çok şükür ki, bu taşın bekçisinin egosunun şişmesine bir yere kadar tahammül eder. Parisliyi Fransız bile sevmez. Ona yalnızca Paris'in bekçisidir diye tahammül eder. O kadar. Çünkü Fransız, Paris'siz kendini bir hiç hisseder. İşin fenası cümle âlemin Paris'te ne bulduğunu, neyi sevdiğini, neye taptığını da anlamamak, görmemek mümkün değildir. O kadar basit, o kadar güzel ve o kadar yuvarlaktır Paris. Bir kullanım kılavuzu gibidir. Ama o mu sizi kullanır? Siz mi onu? Bunu kimse bilmez. Paris gibi büyük bir 'consensus' karşısında kendi dilinde tercüman olamazsınız kendine. Koşup İngilizce bir veciz yaparsın. 'Paris is not a city. It's only a site' dersin. Bu defa da ecnebiler bile aynı muammalı manalı gözlerle bakarlar sana. İşte Paris böyle devasa bir 'consensus'tur. Sonra birden fark edersin, CON-SEN-SUS'un 'Fransızca-Türkçe fusion' çevirisi SALAK-SEN-SUS'tur. Salak, sen sus, Paris konuşsun, dünya konuşsun. Sonunda dayanamazsın, bir sonu gelsin istersin Paris'in. Sonu gelsin şu biteviye aynalı arşın. Sonu gelsin istersin, bu dünyadan ve hayattan büyük CONSENSUS'un, bu SALAK-SEN-SUS'un. Hakikaten istersin. Adamsan, istersin..." Gökhan Özgün
1.28.2009
yasamasafasofiso
*Bakın! bakın! İki elimi bırakarak krizi fırsata dönüştürebiliyorum. Aman Allahım. Fırsat kelimesinden de tiksindiğim kadar neden tiksinirim diye düşündüm şimdi de bulamadım. O kadar fena. Fırsat sanki başkasının malını gasp etmek gibi adeta, fiili livata gibi benim için. Şu hayatta her bi şeye pragmatik yaklaşmayı belletilmiş bir düzenden de başka kelime beklenemez tabii ki. Yani üç kuruşa beş köfte verebilecek bir küçük esnafın yokluğundan oluyor ne oluyorsa. *Anakara sayfamın ortasında iken tam da değişik duygular içerisindeyim. Çok değişik, hayatta tatmadığım duyguları tadıyorum çok fena. Ateşle oynuyorsun diyorum kendi kendime, kendi kedime diyemiyorum çünkü o şu an çok uzaaklaardaaa (yunan ezgisi artı nilüfer yorumuyla). Yani ilk kez hissedilen duygular onları tanımlama biçimlerimiz obiçimlikten çıkıp gayet rasyonel bir hal tavıra dönüşüyor. Evet inkar etmedim hiçbi zaman ama görmemezlikten gelmek de tinimize bi fayda sağlamıyor. Ama yoğun hissettiğin bir şeyleri sanki o diğer püften duygular gibi gaz halinde değil de katı gibi boynunda çıkan bi beze gibi hissediyorsun. Böyle hani oynamaktan kendini alamazsın, bastırsan geri de gitmez anca bir o yana bir bu yana yatar. Öyle bir şey işte. (Erkin Koray-Erol Evgin düeti) * Arkadaşların vardır senin bi de. Onları sıradan görmek lazımdır. Sıradan görmezsin onları yanlış anlaşılmasın, hepsi nevi şahsına münhasırdır. Zaten arkadaş hususunda asla jakoben, opportünist ne bileyim faşist ve bilimum siyaset terminolojisindeki sıfatları kullanmaksızın özgürüm ve bağımlıyım(bi kere de çelişme be) . Herkesin herkese ihtiyacı var. İnsan sadece kendi dünyasında dönerse ancak kendi kadar olabilir. O ilkokuldaki haftada beş çeşit beslenmeye mahkum oluşumuz gibi. Tamam simit ayranlar hep yanımızda olsun. Ama bozukluk çıkmıyo bazen işte olamıyorlar yanımızda takamıyoruz simitleri kolumuza. Patates gününe kalıyoruz bazen de. Hemen ama ben çok severdim papates gününü diye başlama boşluk. Hepimiz o annelerimizin sabahın köründe kızarttıkları yağa belenmiş on saatten sonra sittin sene erekte olamamış penis misali papateslerin favori yiyeceklerimiz olmadığını biliyoruz. Neyse burdan tüm papateslerden özür diliyorum. Sadece verdiğiniz tat benim favorim diil. Ama insan aramıyor da değil bazen işte. Ben de sizin patatesinizim biliyorum. *Fırsattan daha tiksinç bir kelime daha varsa o da canımcımdır.
1.23.2009
sustukça sıra bana gelecek
" Birbirimizi anlayamayacağız korkusuyla, sözcükleri gereğinden çok fazla kullanıyoruz. Konuşmamanın, iletişim kurmayı reddetme anlamına çekilmesinden, kabalık olarak görülmesinden korkuyoruz. Ayrıca çok fazla konuşuyoruz. Sessizlik bizi ürkütüyor. Sessizliği denetleyemiyoruz. Oysa sessizlikte, sezinlediğimiz ama tanımadığımız dürtülerin, özgürlüğün ve gelişigüzelliğin son noktası saklıdır. Sözcükleri kullanmakla, sessiz dünyaya kendi düzenimizi zorla kabul ettirmiş oluruz. Kendimizi güvende hissederiz. Sözcük kullanmamız, etrafı izleme, bilinmeyeni sorgulama, sözlü tanıma haritası olmayan şeyleri sözcüklerle kodlama eğilimimizden doğan bir gücün işaretidir. Sözcükleri kullanmakla, çevremizdeki şeylere sahip oluruz. Sahip olunca da kendimizi güçlü, her şeyi denetleyen bir konumda hissederiz. Aymazlığımızın doruğu da budur işte. Başını kuma gömen devekuşundan farksız bir durum. Birer ikame olan sözcükler, kendimizi yaşama bırakmaktan alıkoyar, deneyimlerimizin önüne geçer. Sözcükler bizi kör eder. Tüm duygularımızı ve düşüncelerimizi birer sözcüğün içine sıkıştırma yolundaki baskın faaliyet, duyularımız aracılığıyla ulaşacağımız kavrayışı engeller, önünü keser. Böylece duyular, sözcüklere bir yardımcı olarak kullanılır yalnızca. Yalnızca sözcüğün anlamını zenginleştirmek için kullanırız onları. Buna karşılık, sözcüklerin, duyuların toplam deneyimini zenginleştirmek için kullanıldığı pek nadirdir. Konuşma diline öyle alışmışız ki, arabayı atın önüne koşuyoruz. Yapay kategoriler, yaşam deneyimlerinin yerini almış durumda. Tüm duyularımızın toplamından da yoğun kavramlar, her nasılsa, sözcüklere teslim ediliyor. Türümüzün en karmaşık ve en zengin deneyimlerinden biri olan aşkta örneğin, “seni seviyorum” sözcükleri, bakıştan, temastan, kokudan ve aşkı ifade eden çeşitli seslerden çok daha büyük önem kazanmıştır. Duyularımızın ortak yaşanmışlığı aracılığıyla aşkı paylaşmaktansa, ona sözcüklerle sahip çıkmaya çalışıyoruz. Her aşk farklı olduğuna göre (farklı kokular, farklı dokunma biçimleri, farklı psikolojik roller), her aşkta, paylaşılan sözcükler de farklı olur, diye düşünüyor insan. Ama, hayır! Kalıp sözcükler, yaşadıklarımızdan daha önemli. Ve “seni seviyorum” tümcesindeki totaliter sahiplenme, tüm aşk deneyimlerini standartlaştırıyor. Aşkı nicelleştiriyor. Bu tümceyi, aşkı aritmetiğe dökmek için kullanıyoruz: “Ben, üç kere âşık oldum.”
Aşkın söz aracılığıyla sahiplenilmesi ve nicelleştirilmesi aşkın çok renkli ve çok dilli olduğu yaşanmışlığına aykırıdır; onun insandan insana ve deneyimden deneyime değiştiği gerçeğine ters düşer.
Sözcükler, aşkı, birbirini dışlayan kategorilere sokar zorla. “Kimi seviyorsun, onu mu, yoksa beni mi?” gibi bir tümceyle, bir aşk durumunun ille de doğrulanması, sınıflandırılması gerektiği için ne çok insan acı çeker, çıldırır, intihar eder ya da başkalarına acı çektirir. Mutlaka birinden biri olmalıdır çünkü. Biri varsa, diğeri olamaz. Sırf, söz paradigmasının tutsağı olduğumuz için. Aşkın karşılığı olarak sekiz, on, on beş sözcük olsaydı keşke. Daha az kıskanıp sahiplensek, standartlaşmanın kısırlaştırıcı baskısına yüz çevirip, benzersizliğe daha çok değer verseydik. Dikey hiyerarşiyi boşlasaydık. Peki, ya aşkın karşılığı olan hiçbir sözcük olmasaydı? O zaman aşk olmayacak mıydı yani? Aşk duyulmayacak mıydı o zaman? Aşk, sözden önce de vardı." Gündüz Vassaf - Cehenneme Övgü
1.18.2009
Yoğun bir çizimleme döneminden sonra yine "istanbulsenikaybetmiş" pamela edasıyla "ee n'apicam ben şimdi?" lakırdılarımıza dönebiliriz. Artık ertelediğim hayallerim, realitelerimin önüme dizildiği bir on beş günlük dönemim var. Neyse ki birinci dereceden biricik akrabamın alyanslanacağı için bahanesibol reklam titrimi alnıma yapıştırabilirim. Bana kar kalabilecek olan anakaraya dönüşteki detokslanmalar olabilir.
1.10.2009
hivigo
1.08.2009
1.02.2009
korkmayın, unutuluyor!
12.27.2008
12.25.2008
elleri olmayan babaya noel baba denir.
12.17.2008
profili oğlan çocuğu, ağzı hüzün
12.09.2008
St.Illness
11.27.2008
11.20.2008
11.14.2008
11.08.2008
emmenez-moi vs. mütekabiliyet
*Siz de sıkıldınız biliyorum. Herkes aynı dertten muzdarip. Birbirimizden kaçarak ancak bir diğerimize varıyoruz. Mikrokozmozumuz da aynı. Bu elektronlar değil miydi protonun dibinde dönüp birbirlerine gıcık olan. *Aslında hayat çok sade ve basit bir şey ama basitlik biraz karmaşık. Neticede bir zerrede gördüğümü bir gezegende, bir çanta tokasında, iki nota arasındaki es işaretinde de görebiliyorum. Ama bunu birbirine bağdaştırmak için kanat ve rakım gerekiyor. Onlar da ancak kendilerine yetecek kadar zeka, çokça da içgüdü barındıran kuşlara bahşedilmiş ekseriyetle. -tamam uçan balıklar var, memeli hostesler var- Yine de her şeyin içindeyken, dibdibeyken sorunlarla; so n gibi bişi görüyosunuz ya da işinize öyle geliyor. Bilmiyorum. Esasında harfleri karıştırarak özel olsun cins olsun, bir sürü varyasyon elde edebilirsiniz. Ben o iki harfi yok sayıyorum bilincimin çokça altında. Gördüğüm şeyle dehşete düşmemeye çalışırken, debelenirken daha da beter yapıyorum her şeyi. Yani yapmıyor da olabilirim. Belki de en kralefem benim o sırada. ama sorun olanlar değil hissettiklerimde. * Hayatı sadece kendi çevresinde döndüğünü sanan bi arkadaşım vardı. Yurtdışı deneyimlenmelerinden döndükten sonra "sen niye öyle diyosun, oralılar çok farklı, biz çok çeşit, onlar sıfır kalori, biz köy ekmeğiyiz" gibi çeşitlemelerde bulunduydu. Ben insanın da aslında tek bir karakteri -kültür değil- olduğunu düşünüyorum. Hep diğerini -bir sebepten- dışlarken aynanın -aynı sebebin- bi parçasını kırıveriyoruz. O kırık aynada çok da gerçekçi olmayan gördüğümüz imgelerimizle mutlu oluyoruz. Ama başkasının bakıp kelekliklerimizi gördüğü gerçekliğini nasıl göz ardı edebiliyoruz onu aklım ermiyor. *Noktalı virgülün ne zaman kullanılacağını asla öğrenemedim. *Bağcıklarımı bağlamayı 16 falan yaşımda öğrendim, kravat asla bağlayamadım. *Analog saatlerden hep nefret ettim. Hala okurken teklerim. *Parfümleri ve deodorantları-sera gazı- asla sevmedim. Bi şeylerin üstünü örtmeyi-yataktakiler dışında- hiç etik bulmadım. Sidik de içerse ter kokularını, bana bi öpücük ver sana bu akşam ne yediğini söyleyeyimleri iğrenç ama daha insani buldum. *Güneş gözlüklerinin, atkıların, poşuların fonksiyonlarından sapmalarından, aynı zeitgeist'lerde yaşadığım insanların bilinçsizliklerinden gına geldi. (Çizim: David Shrigley)
11.05.2008
şu an ne yapıyorsun?
Kendimden bahsetmek pek kifayetsiz. Ama ille de soracak olursanız böl ve yönet politikam gereği parça parça kendimden bahsetmek bütünsel olarak kendimden bahsetmekten yeğdir. Tümdengelemeyeceğım, varırsam anca tümevaracağım.
10.28.2008
eldevarbirben
*Korkularımızın getirdiği enteresan bişey var bizde, bizim çehremizde, jest ve mimiklerimizde, oturuşumuz, elimizi tırabzana koyuşumuzda. Köpekler gibi sezgisel bir burnumuz olmadığından başkalarının korkularına verdiğimiz tepkiler de havlayarak olmuyor elbet. Korkmanın da mı adabı olur, olmaz evet ama korkutmanın vardır belki bi yordamı. Ne bileyim -"Psycho" filminde banyo sahnesindeki gibi. Şimdi bilemedim o sesi nerelerinden çıkarıyorlar- *Çok kilometre uzaktaki bi arkadaşım bugün bi kaç lakırdı döktürmüş postama "Türklerle takılmıyorum hiç. Onların buradaki kaygıları İstanbul'daki gibi yabancı bana. Yani mutlu olmak için çok şey istiyorlar ve hiçbir şey için koşturmuyorlar" Yerim ben onu da. Uzaktan böyle miyiz acaba. Çabalamadan mı istiyoruz istediklerimizi. BugünAllahiçinneyaptınlar cami duvarlarında asıladursun, hayatın klitorisini aramadan darmaduman mı ediyoruz küçük kendimizi. Bilemiyorum. Çekingen gözler, sözlerle idame ettirilen hayatlarımız var, çıplak bedenlerin üzerinde göz yaşartıcı bombalar (Caz yapma). Pff tamam. *Oldum olası gözleriyle anlaşan o enteresan insanlardan olamadım, onlar hep bana en basit(o da değil bayağı) şeyi düşünen insanlar gibi gelir. Bi de "Anladın sen onu"lar var. Onlar akıllara zarardır. Mezapotamya'ya doğru koşasınız gelir onları görünce. Ben belki babamdan miras, olasılıkları tarayıp en kötülerini seçip onlardan bi demet yasemen sunan biriyim kendime. Yani anlamıyorum ben onları. Anlamamam dalgalaklığımdan da değil. *Benim en çok övündüğüm huyum, kimseye rahatsızlık vermeden şu dünyadan tadında gidip, ölümü ağız tadıyla tatma-tat ketçap- azmimdir. Ama olmuyur bazen. Üzüyorum, sıkıyorum kendimle başkalarını. Buradan özür diliyorum hepsinden. Bilseydim hiç varolmazdım ya da emokid olurdum. Bilmiyorum ki. *Sen bir adım atarsan, benim alibabasaatinkaçım birbüyükadım ileri olur; sen bir adım geri atarsan, beni annem çağırır yemeğe. *O zaman bu sade geceyi güzel bir lirikle sonlandıralım sevgili memet okur,
6.07.2008
5.11.2008
4.27.2008
ah zo!
"...Mesele de bu. İki yıl sonra İstanbul Avrupa Kültür Başkenti olacak. Bu çok iyi bir şey. Ama bana hep yaptıkları yüksek kuleleri gösteriyorlar. Kültürden söz ettiklerinde kastettikleri 'money'. Büyük binalardan, alışveriş merkezlerinden, lâlelerden bahsediyorlar hep. Bunlar "kültürün başkenti" anlamına gelmiyor ki, 'kapitalizmin başkenti' anlamına geliyor. " Tony Gatlif
4.19.2008
ahadaşım bekleme yapma
Halil Cibran
2.27.2008
ben düşünmenin suç olmadığı bir ülkede yaşamak istiyorum.
B.E.: Tamam vatan bölünmez, bilmem ne olmaz ama göz göre göre de bu çocukları bütün analar doğursun, toprağa versinler. Bu mu yani? Bir çocuğun ne demek olduğunu ben sizler gibi bilemem. Ben anne değilim, olamayacağım da. Ama anneler anlar. Başkalarının masa başı savaşı için evladımı harcayamam. Bir oyun oynanıyor ve biz oyuncağı oluyoruz. E.G.: İnşallah Allah bir oğul nasip eder de anlı şanlı askere yollarım. B.E.: Sonra ölüsünü eline alırsın. E.G: Eğer bunun için kaderde ölüm varsa, alnımıza yazılmış böyle bir şey varsa, onu da yaşayacağız. Bunun için şehitler ölmez, vatan da bölünmez zaten. B.E.: 'Şehitler ölmez vatan bölünmez' hep aynı klişe laflar. Hep bunu söylüyoruz zaten. Çocuklar gidiyor, kanlı gözyaşları, cenazeler... Klişeleşmiş laflar...
1.15.2008
1.13.2008
ben kimim nerdeyim çok tuhaf bir yerdeyim.
1.02.2008
toute le mémoire du monde / kök temiz, filiz kirli
12.28.2007
12.22.2007
ex-next
12.09.2007
12.08.2007
"Etek sarı sen etekten sarısan sarısan
Etek sarı sen etekten sarısan sarısan
Kurban olam Bey dağının karısan karısan
Kurban olam Bey dağının karısan karısan
Sordum soruşturdum kimin yarisen yarisen
Sordum sual ettim kimin yarisen yarisen
Ben sormadan dolu gibi döküliy
Ben sordukça gözlerimden yaş geliy le le yaş geliy, vay
Bir gömlek diktirdim kolu düğmeli düğmeli
Bir gömlek diktirdim kolu düğmeli düğmeli
Herkes kaderine boyun eğmeli le le"
11.24.2007
rendım
kopi peystlerle köşe yazılarını dolduran salak yazarlar gibi hissediyorum, cepten yiyorum. kısaca bu aralar her söylediğinize "aa ben de!" "sen onu bana sor" "asıl ben..." gibi sinir bozucu tepkiler veren sinir bozucu insanların durumu, şarkı türkü şansonlarla benim aramda yaşanıyor. kısaca olmadı ama.
"You fight like the night
Weakness is my guide
I’m walking a dark road
I’m running out of time
I don’t want to die
I love your eyes
They show me above all
Show me I’m loveable " Malcolm Middleton
11.21.2007
b e n ö c ü y ü m
"Oh sister, come for me
Embrace me, assure me
Hey sister, I feel it too
Sweet sister, just feel me
I'm trembling, you heal me
Hey sister, I feel it too" Depeche Mode
Lakin içim dışım sağım solumdaki sesleri kendi mikrokozmozumda yaşanan sıcak gelişmelerden dolayı duyamamaktayım. kim ne demiş, kim kimi sevmiş, kim kime giydirmiş, kim neye niyetlenmiş artık benim algı sınırlarımı aşan bir vaziyette; etrafta vızırdayan insanlar var. artık görmek istediğimi göremiyorum. duymak istediğimi duyamıyorum. sadece vızırdamaları duyuyorum. işin fena tarafı da pasifloralanmış bir vaziyette etrafta salınıyorum. dışı gülen içi kan ağlayan türkan şoraylamalarımdan gına geldi. ama iyi değilim bu aralar. dillendirememenin getirdiği iç sıkıntısı, ancak ve ancak vücudumu suçlayabileceğim bir uyku hali, ben ilerlemediğim için ilerlemeyen büyük projelerim, iş yaşantısının gerçek yüzü, modern şehir zımbırtıları, "zorttink is allak bullak" durumlu feysbuh kimsecikleri, histerik ülkesel saçmalamalar. normalleşme isteğinin artık anormal ve hatta paranormal karşılandığı bir şehir devleti. gerçi türk rüyasını yaşatmama engel olan herkese müteşekkirim. orası ayrı. ama insan kendini değersiz, biçare gördü mü her şey sıfırdan başlıyor. sizi gerçek hyatt regency'de poke'leyecek real turkish arkadaşlarınız olmadığından kelli bir itenek, onu geçtim düşmenizi engelleyecek bir takoz refakatçiniz olmadı mı her şey daha da beter oluyor. ne dışarı çıkmaya, ne manitasallaşmaya-halihazırda varolsa da- ne de erdemli kalmaya takatiniz kalıyor. şimdi boşlukta sen salınırken ben de yarın yeni işime hazır gidebilmek için uyuyayım biraz. sözü de izlediğim tek-şimdilik- bergman filminden bir ehlikeyfe bırakayım. "gün nasıl başlarsa başlasın gece her zaman hüzün ve kederle biter." the virgin spring
11.17.2007
'Yeşilimizi bize verin ulan!' diye bağırmak istiyorum. Öncelikle Karadenizli tüm müteahhitlere, ardından 80'li yıllardan itibaren gecekondu belasını ve yamuk kentleşmeyi başımıza saran rahmetliye buradan sevgilerimi yolluyorum. Ya, cennetin tasvirinde bile ağaç, nehir var. Güzelliklerin hepsi doğada. Hiçbir kutsal kitapta 'Cennet öyle bir yerdir ki, oradaki dağların hepsini siyanürle zehirlidir. Denizi asit gibidir. Meyveleri hormonlu, tabiatı leş gibidir' yazmaz. Yani diyorum ki zaten cennet yaratmak zor bir şey değil. Hatta cennet gibi yerler yaratmak için bir şey yapmak gerekmiyor. Tam tersine hiçbir şey yapmamak, yeşile dokunmamak gerekiyor. Peki neden dokunuyoruz gibi gerzekçe bir şey sorayım mı? Yok canım, para için olduğunu hepimiz biliyoruz. " Kaan Sezyum
11.12.2007
10.21.2007
this modern life
İnsanın kendisini haybeden bir umut için ömrünü heba etmesi koymuyor da umudu olanın umudunun umurunda olmaması koyuyor... o zaman süper kürklü hayvanlardan gelsin "...you've got to tolerate all those people that you hate i'm not in love with you but i won't hold that against you..."
10.14.2007
belki de değil?
10.11.2007
gerizekalılaştıramadıklarınızdan mıyız?
"Los Angeles'ten özel jet uçağıyla İstanbul'a gelecek olan Costner, İstanbul'da Ayasofya'yı, Sultanahmet'i ve Topkapı Palas'ı gezecek. " Sabah
10.03.2007
geçmiş zaman alır ki!
yine kara karargah'ıma geri dönüyorum. esasında yazıp bozduğum neşriyatı dizsem burdan köye yol olur lakin konumuz dili geçmişler değil. konumuz şu an. zaten bu aptal yazıları neden yazıyorum muhasebesini yapmamakla öğünürken bi anlık düşünceyle bu kadar uzak kaldım. bi de tabii artık yalnız olmadığımı üç beş yedi kişinin yazılarımı takip ettiğini düşünmek beni biraz sitreze sokuyor. yani esastan samimi olduğum bir ortamda, aman onun ekmeğine yağ sürmiyeyim aman şunu hazır olda bekliyeyim gibi hezeyanlarla samimiyetsizliğe dönüştürmek istemedim. bir arkadaşım neden benden bahsetmiyorsun dedi bir keresinde mesela. nasıl yani? diyemiyorsunuz ki. ben bambaşka bir hayat yaşıyorum. sen bugüne kadar bir yalanı yaşamışsın mı diyeyim. neyse artık diyebilirim. insanlar işte. zahiri ile gerçek hayat arasındaki dengede bir o yana bir bu yana yatıp şaşırmış halde debeleniyorlar. sonra şu (evet şu) zahiri alemde yarattıkları poş spays, castduit, ya da xyz'nın en azılı hayranı imajlarının gerçekle yakından uzaktan alakası olmadığını gördüklerinde yaşadıkları içsel dilemmaları size yansıtmaları, yumurtadan çıkıp kabuk seçmeleri, kendi boklarının yaydığı kesif kokulardan rahatsız olmalarını bir yana bırakıyorum sizi de beğenmez oluyorlar. burada birine kesin geçirdim ama kime acep. perihan mağdem yazıyor ben de yazarım. bakınız belki de blog tarihinde ilk kez bir paragraf başı yaptım. çünkü bu konuyu uzatmaya niyetim yok, sakin ihtirassız hayatımdan devam etmek niyetindeyim. evet, kimlerle başlıyoruz? nereden başlıyoruz? sevgili bloguma longtaymnosi kadar uzağım. nerede o sadece o ve benim olduğumuz boşluklar. bir kitapta okumuştum. şöyle diyordu. iyi de olsa kötü de olsa bütün hatıralar acı verir. e doğru diyorsun be kadın diye içinden geçiriyorsun. bu aralar ecnebi memleketindeki ikametimi özlüyorum. artık ne insanlarla konuşma takatini kendimde bulabiliyorum ne de elimdekilerin kıymetini idrak edebiliyorum. İftar açgözlülüğüyle sipariş edip yiyemediğim yemekler, gerçekten çok çok sevip, onlar için çok üzüldüğüm ama hiç belli edemediğim ailem, asla best friyends forevır olamayacağım bir gün hepsinin beni terketmesini beklediğim sevgili arkadaşlarım, arkadaş olmak isteyip asla kıvamı tutturamadığım değerli insanlar, boşuna harcanmış nakit ve plastik paralar. her şey gözümün önünden geçemiyor şimdi. esasında gün içinde düşündüklerimi bir kenara not edip yazına döksem pek de fena olmaz. bu hususta kendime güveniyorum. belediyecilik benim işim değil çünkü benim işim burda kendimi anlatmak.
9.19.2007
"löbeljikanpuvan"
8.25.2007
8.24.2007
herkes farklı, herkes çeşit
7.13.2007
dont taç onli voç?
"Dünyayı güç ilişkilerinden ibaret görenlerin, hayatı güç ilişkileriyle okuyanların insanlığa reva gördüğü manzarayı üzülerek izliyoruz. Hukuksuz savaşlar, işgaller, acılar, gözyaşları, yoksulluklar ve kirlilikler. Oysa uygarlığın esas kriteri, esas kudreti ve esas güç, insani erdemlerin yüceltilmesi ve insan ruhunun zenginleşmesi olmalıdır. Bugün insana ait bütün kadim değerleri ayakta tutanlar, dünün ve bugünün sanatçılarıdır, insanlığın kültür mirasıdır." R.T.Erdoğan