3.24.2009

Bu blogu ilk açtığımda takdir edersin ki boşluk sadece sen vardın. Arada derede seni de katarak kelimelerden anlamlı anlamsız bütünler oluşturdum, ordan burdan ben de bunu diyecektim diyerek serpiştirdim bi şeyler, hiçbir amatöryalığımı profesyonelliğe dönüştürmek istemedim.
Toplumsal hezeyanların, en girift aşkların, en akla kazınası mutlulukların, en iç sızlatan acıların; artık en neyi yaşıyorsam zihnimde, vücudumda; dile ne kadar gelirse işte o kadarıyla ifade etmenin yollarını aradım hep. Karmaşık cümlelerin, sıfat tamlamalarına boğulmuş isimlerin, tashih gerektiren devrikliklerin ardında bi sadelik aradım. Bulduğuma da inandım. Lakin gel zaman git zaman dilden klavyeye düşen anlamlı vuruşlar, bir atari oyunu gibi bir sağa bir sola yalpalamamı gerektirdi ya da öngörme zorunluluğu olmadan söylediğim her sözümün artık gittiği hedef belli olmaya başladı.
Ben bu blogu kendimi ifade etme aracı olarak görmemiştim hiç. Sadece ama sadece kendime yazdığım, kendime kendimi hatırlattığım, otuz yıl sonra "ne salakmışım" hissiyatıyla okumayacağım gerçek şeylerdi hep. Annelerin asla parantezünlemparantez erişemeyeceği yerlere konulan bi günlük gibiydi işte. Ama şimdi herkesin kendini -her anlamda- satmaya çalıştığı bi dünyada ben farklı/sıradan olamıyorum artık. Kimin ne düşündüğünü önemsediğin, münkeri nekiri ensende hissettiğin bir noktada ne komik olabiliyorsun kendince; ne de gönülden, kalpten (aynı şey değil lan) akıldan, fikirden, kıçtan bir şey çıkmıyor. İşte en derin, en karanlıktan yazabildiğim; kendimi en çok görebildiğim bu yerde boşluk ve benden başka izler de okunuyor benim suretimde artık.
Hiçbi zaman bi aktivist falan olamadım, pek çok hesap sorulasıdan hesap da soramadım, düşündüm, taşınamadım ama benim hayattaki özgürlüğüm/gücüm kimine göre can sıkıcı kimine göre cansuyu olan gerçek olmamdan ötürüydü(cikcik). Susmak da gerçekçi bir eylem olsa da sonuçları gerçek olamıyor(bekeze hayat üniversitesi). Dedim gerçekliğim de yalan olursa benim halim nice ya da Niçe olur, "Bitsin artık, götürsünler mektupleri" şarkısı çalıyordu arka fonda da.
En niyahetinde bu da son yazım. Bahar da geldi. Yenilenmeler olsun, rejenereler olsun, kuyruk koparıp kuyruktan kafa göz çıkarmalar olsun, 62'den tavşan olsun, olsun da olsun türlü suretlerle ben yine buralarda olurum heralde.
Öncelikle beni yalnız bırakmayan bu koca boşluğa; beni hep dinleyen, yargılamayan, ne desem mahkeme katibi gibi yazıp, derleyip, zaptırapt altına alan bu şirin şeye teşekkürlerimi bir borç bilirim. Sonra da blogumun isim babası olmasa da ikinci dereceden akrabası olabilecek ilham kaynağım Doysteyevski'ye, aileme, aşklarıma, aşıklarıma, arkadaşlarıma, giripçıkanlarıma, izbırakanlarıma teşekkür ederim. Siz olmasaydınız bin eksiktim.
"Ne? Nasıl?
Ama sormadı ablam
Sorabilirdi, çünkü
Düşlerde neler düşünüldüğünü
Bir başkası duyabilir "
Edip Cansever

3.16.2009

Belki rüyanda.

(Grafik: Scott King)

3.12.2009

Pembeyse başkasının olsun o zaman.

Biraz önce dışarıdan kapı gıcırtısı/kapı açılış sesi geldi. Bi an başkentte salonun salomanjesinde sokağa en yakın olan sandalyede oturduğumu hissettim ve tabii ki komşumuz eski Ankara asilzadesi Şükrağn Teyze kapısını açmış yine bi şeylere bağırıyordu. Bazen oluyor böyle hisler. 

Ordan da bu aklıma geldi, ortaokuldayken en büyük heyecanlarımdan biri her sene yenilenen gıcır gıcır çevre düşmanı kitapların ortalarından bi yeri açıp burnumu iki kağıdın kavuştuğu yere dayararak "Burası Almanya kokuyor, Burası Danimarka kokuyor" demekti. Genelde bilmediğim ülkelerin kokularını(ünlem) da tahmin yoluyla anlayabiliyordum. Tabi insanın en çok hoşuna giden şey, yakınında yamacında kim varsa sana inanmasıdır. Sıra arkadaşımın da bana hak vermesi beni bu konuda bir eksper yapmıştı. Hatta alanımda tektim. Kimse böyle salakça bi hareketi yapmıyodu da ondan. Neyse ben hala yaparım ama artık binli yaşlarımızda olduğumuz için ne sizi onaylayacak bir sekiz tuşumuz ne de o kadar uzak diyarlara götürebilen kağıtlar var. Kokular da mı aynileşti ki. Yoksa hayata bakışıma perde mi indi lağn?

3.01.2009

sadecepazarlarıyazılanyazı

   Kucubikucubikucubilavd fon müziği eşliğinde, sabah şekeri kıvamında raks ederek girmek isterdim programa lakin keyfimin yerli yersiz değişmesi beni bu tür kıvrak hareketlerden alıkoyuyor. Son zamanlarda değişen bişi yok da değil Ayça'cığım. Her şey o kadar ters köşe ki hızına ne ben yetebiliyorum, ne de durdurabiliyorim kontratakları -Fitbol terminolojisinde uzman prezentabl bay-. Sürekli koşmam yetişmem gereken her şeyler var. Tabi bu yürüyen merdivenleri bile tırmanarak çıkan modern şehirli insan repliği değil. Zihinsel, tinsel, tensel işte kafiye ne kadarını alıyorsa ona dair bişey. Müteheyyiç duruşumu mu kaybediyorum insanlığa karşı yoksa laağn diye de içimden geçmiyor değil. Sevişmekten başka yapılacak bi şeyin kalmadığı zamanlardaki apatikliğim gibi beni sinir eden lakin "yapıcakbişiyok" telkinimle kendi içinde cool duran duruşa "lö eğiğeksek duz puvan" diyorum. İyi boklar yiyorsun. Dün elime geçen 200 TLlik banknottaki Yunus Emre derler bir adamın sevelim sevilelim aforizmasına kanış belki de. İnsanın en doğal ihtiyacı bu etken ve edilgen eylemler yaraları sarar da yaralar da. Lakin bu bizim biçem kaygımız her noktada kendini gösteriyor. Nasıl olmalı da olmalı. Hemen kaçıp gidilmeli mi karanlık odalardan, dışarıda kocaman bir güneş varken. Kimse de olmamalı güneşin etrafında o zaman. O parlasa parlasa dursa ama gözünün gördüğü her şeyi aydınlatan bu gerzek daire bi insanın zihnini aydınlatamıyor. Kafama bi delik açsam aydınlanır mıyım sempatikliğinde espriler falan bile yapılabilir bu durumda. Ama şimdi hiçbi şeyin değeri yok, ne güneşin ne de onun ışınlarını yansıtan nesnelerin. Kimse yeterince sevilebilir değil. Ya da hakedişlerde bi sorun var. Bu yüzden insanları tanıyana kadarki ile onları kabullenişimizden sonraki evreler iyi güzel de. Peki o diğer ara n'olucak. Kopuşlar, Zeynep Tokuşlar, binbir çeşit delikten girişler çıkışlar, yine de bakışlar falan. Dünyayı sadece güneşle yaşamak mümkün değil ne yazık ki zaten o da dünyada değil. O yüzden bunu yaşamak, tükürdüğünü yalamak zorundasın ağıraksakçığım. Zaman ilaç değil ama, zaman çürütücü. Rahat ol, bırak somurt, kamaralar kapalı. Kimseye -mişçilik yapmak zorunda değilsin. Git hedonist falan ol neblim şimdi bilemedim ne diyeyim kendime. 

 
  
"When you're feeling down and your resistance is low, light another cigarette and let yourself go. This is your life." Beach House (ya da Queen)

2.27.2009

   Ömrü hayatımın büyük bölümü güzide toplumlar tarafından belirlenen kurallara uyum süreciyle geçti. Ayakkabı bağlama, analog saat okuma, ayaklarımı yere sürtmeden yürüme, uyurken farklı kıyafetlerle yatağa girme, soğukta sıkı sıkı giyinme, mıy mıy konuşmama, kırmızı parkeye basabilme ve daha niceleri. Tabi bunlar bende nicellikleriyle baki kalıyor mantık aramadan. Aman neticede bi keresinde analog saati okumuştum, istesem okurum ama niye istemediğim bi saati okuyayım ki. Düşünsenize kırmızı parkeye basmadığım için anarşist bile hissedebiliyorum kendimi. Anarşim kendi içimde lan! Tabi beni gören tanıyanlar için dünyanın en yüzeysel insanı olmaktan öteye gidemiyor hal ve tavırlarım belki de. Örneğin soğukta otuz kat giyinememe örneği-bir cümle içinde iki kere aynı kelimeyi kullanmaya kıl olan insanlar tanıdım, zaten yoktular-, ben sanki İbiza'nın yerlisi edasıyla tüm alışverişlerimi bir bahar akşamı rastladım sana güftesi eşliğinde yapıyorum belki. Size ne yahu. O kalın şeylerle zaten kısıtlı olan mobilite faaliyetimi bir de onlar mı sekteye uğratacak. Ben kafamın geçtiği her yerden geçmek istiyorum af edersiniz. Hem yazlıkları kışın da giyebiliriz ama kışlıklar öyle mi, artık hurça mı alırsınız bavullara mı tıkıştırırsınız hep derttir. 

   Hayata bakış açısı dümdüz olan ve yatarken bile özelleşmiş bir kıyafet kavramı yeni yeni oturmuş bir insan için bu çok fazla. Ha bi de ak koyunun kara kuzusu olur mantalitesini burada vurgulamak istiyorum. Bu mağara adamlığıyla değil tüm saf hissiyatımla seslendiğim bir yazım olsun. Ay şu an yazım ve bahardan sonra gelen yazla ilgili bi bağlam geliştirmeyi çok isterdim ama o kadar acizim ki. Peteğin yanına yapışıp çizime devam etmekten başka çarem yok. 
(Fotoğraftaki bazalt heykelin de Halep Ulusal Müzesi'nde keko bir medeniyetin hükümran insanlarına ait olduğunu da belirtmeden geçemeyeceğim.)

2.24.2009

Biz hep yeryüzündeydik.

arkadaş:
Uzun yollar geçmiyor gündüzleyin.
ağıraksak:
Asıl gece geçmez mi?
arkadaş:
Gece yıldız seyrediyom ben.
arkadaş:
Işıkları sayıyom.
ağıraksak:
Kaç tanelermiş?
arkadaş:
Çok çok.
arkadaş:
İlk önce uzunları yakmışları,
arkadaş:
Sonra kamyonları,
arkadaş:
Sonra otomobilleri,
arkadaş:
Sonra uyuyorum biraz zaten.
ağıraksak:
Sidik yarışı gibi bişi adeta?
ağıraksak:
Kim yeniyor genelde?
arkadaş:
Bir süre sonra ben yeniliyorum.
arkadaş:
Araba çok yavaş gidiyormuş gibi geliyor.
arkadaş:
Balıkesir'e gelene kadar kafam çatlıyor.
arkadaş:
Bursa'dan sonra eğlenceli
ağıraksak:
Ben direklerin arasından top geçiririm.
ağıraksak:
O daha eğlenceli. 
ağıraksak:
Bazen hızlı gittiği zaman birbirine dolanır .
ağıraksak:
Çok sinir olurum.
arkadaş:
Nası yapılıo o.
ağıraksak:
Şimdi şöyle. Bi tane topun var arkasında da iz bırakıo gibi adeta ya da camın üzerindeki kafanı oynatabileceğin herhangi bir leke de olabilir. Onu kayak yapan bir sporcu gibi hedeflerin sağ ve solundan geçiriyorsun.
arkadaş:
Ahahha!
arkadaş:
Deniycem ben.
arkadaş:
Hoşuma gitti.
.
.
.
ağıraksak:
Eller günahkar, diller günahkar. Blowjob mı yapmış Saksu lan yoksa?
arkadaş:
Yapmasa bu sözleri yazabilir miydi ki.
arkadaş:
Çok giren çıkan olmuş.
ağıraksak:
Allah cezanı. 

2.14.2009

- O kadar uzun boylu değil.
- Olsun.

1.30.2009

Paris'i hiç sevmedim.

"Paris'i hiç sevmedim.  İlk gördüğüm andan itibaren sevmedim. Paris'i sevmemek olmaz halbuki.  Paris'i sevmemek yasaktır. Yok öyle lafın gelişi değil, hakikaten yasaktır. Ya da daha ziyade haramdır. Hiç mi hiç kabul görmez Paris'i sevmemek. Üç-beş kişinin arasında Paris'i sevmediğini söyle. Hemen muammalı manalı gözlerle bakarlar adama. Birden bir sessizlik olur ve gelir karşında durur. Bir açıklama beklenmektedir. O kadar aykırı bir şey söylemişsindir ki, bu aykırılığın farkında olmamak hakkın da yoktur. Bu yüzden beklenen açıklamayı 'sızdırırsın' ortama. Bir kelimeyle geveleyerek. Bir başka kelimeyle ebeleyerek. Bir açıklama hazırlamışsındır kendine, önceden, kendin bile fark etmeden, böyle durumlar için, Paris'e dair sessiz kalamama ihtimalin için. Açıklama 'apaçık olmama' erdemine sahipse, yırtarsın. Şimdilik affedilmişsindir. Paris'i sevmeyişin samimidir, hatta daha da iyisi, belki de amaçsızdır. Mesela, kişisel birtakım garabetlerinle ilgilidir bu mesele. Ama yine de dikkat çekmek isteyen bir zibidi ya da bir tür 'aranıyor' olma ihtimalin her zaman mahfuzdur. O yüzden, bir köşeye 'bir acayip' diye yine de not edilir adın. Halbuki sen kendini Paris'te, aynalarla çoğaltılmış sokaklarda, aynalarla büyütülmüş bir mekânda, aynalarla sonsuzlaştırılmış bir girdapta hissetmektesindir. Sende bulantı yaratmaktadır Paris. Her hareket etmeye kalkıştığında, Paris'in hiç bitmeyen yuvarlak köşeleri sanki boğazına dolanmaktadır, boğazını sıkmaktadır. Paris, kıpırdadığın anda seni boğmaktadır. Cansız bir mekânın, yığılmış, oyulmuş taşların, her gün utanmadan, sıkılmadan, yerinmeden insanlardan rol çalışını seyretmek adeta adalet duygunun kimyasını bozmaktadır. Paris'te herkes kayboluverir. Öyle New York'ta kaybolmak gibi değil. İstanbul'da kaybolmak gibi hiç değil. Paris seni, kendinde kaybeder. Hemingway kalkar gider Paris'te yaşar. Bu seviyeli macerada başrolü hemen Paris kapar. Paris bir karadelik gibidir. İsmi cisminden, kütlesi kitlesinden çok büyüktür. Yaklaşanı hüüp diye yutar. Yuttukça çekim alanı da çekim gücü de artar. Bu şişmiş parkın çok pişmiş bekçisi Parisliye ise, meşrebi hasebiyle, tahammül, hiç mümkün değildir. Paris denen karadeliğin yuttuğu 'evrensel taşra' egolarından kopan parçalar, uçar gider Parislininkine eklenir. Parislinin egosu seninkinden çekip koparttığı parçalarla büyür de büyür. Büyüklüğü ta dünyanın öbür ucundan görünür. Allahtan Parisliye rağbet etmemek Paris'i sevmemek kadar büyük bir suç değildir. Hatta tam aksine, Parisliyi sevmemek bir kitle sporudur. İnsan bir acayiptir, bir taş parçasının egosunu sonsuza kadar şişirebilir.  Ama çok şükür ki, bu taşın bekçisinin egosunun şişmesine bir yere kadar tahammül eder. Parisliyi Fransız bile sevmez. Ona yalnızca Paris'in bekçisidir diye tahammül eder. O kadar. Çünkü Fransız, Paris'siz kendini bir hiç hisseder. İşin fenası cümle âlemin Paris'te ne bulduğunu, neyi sevdiğini, neye taptığını da anlamamak, görmemek mümkün değildir. O kadar basit, o kadar güzel ve o kadar yuvarlaktır Paris. Bir kullanım kılavuzu gibidir. Ama o mu sizi kullanır? Siz mi onu? Bunu kimse bilmez. Paris gibi büyük bir 'consensus' karşısında kendi dilinde tercüman olamazsınız kendine. Koşup İngilizce bir veciz yaparsın. 'Paris is not a city. It's only a site' dersin. Bu defa da ecnebiler bile aynı muammalı manalı gözlerle bakarlar sana.  İşte Paris böyle devasa bir 'consensus'tur. Sonra birden fark edersin, CON-SEN-SUS'un 'Fransızca-Türkçe fusion' çevirisi SALAK-SEN-SUS'tur.  Salak, sen sus, Paris konuşsun, dünya konuşsun.  Sonunda dayanamazsın, bir sonu gelsin istersin Paris'in. Sonu gelsin şu biteviye aynalı arşın.  Sonu gelsin istersin, bu dünyadan ve hayattan büyük CONSENSUS'un, bu SALAK-SEN-SUS'un. Hakikaten istersin. Adamsan, istersin..." Gökhan Özgün

1.28.2009

yasamasafasofiso

 *Bakın! bakın! İki elimi bırakarak krizi fırsata dönüştürebiliyorum. Aman Allahım. Fırsat kelimesinden de tiksindiğim kadar neden tiksinirim diye düşündüm şimdi de bulamadım. O kadar fena. Fırsat sanki başkasının malını gasp etmek gibi adeta, fiili livata gibi benim için. Şu hayatta her bi şeye pragmatik yaklaşmayı belletilmiş bir düzenden de başka kelime beklenemez tabii ki. Yani üç kuruşa beş köfte verebilecek bir küçük esnafın yokluğundan oluyor ne oluyorsa. *Anakara sayfamın ortasında iken tam da değişik duygular içerisindeyim. Çok değişik, hayatta tatmadığım duyguları tadıyorum çok fena. Ateşle oynuyorsun diyorum kendi kendime, kendi kedime diyemiyorum çünkü o şu an çok uzaaklaardaaa (yunan ezgisi artı nilüfer yorumuyla). Yani ilk kez hissedilen duygular onları tanımlama biçimlerimiz obiçimlikten çıkıp gayet rasyonel bir hal tavıra dönüşüyor. Evet inkar etmedim hiçbi zaman ama görmemezlikten gelmek de tinimize bi fayda sağlamıyor. Ama yoğun hissettiğin bir şeyleri sanki o diğer püften duygular gibi gaz halinde değil de katı gibi boynunda çıkan bi beze gibi hissediyorsun. Böyle hani oynamaktan kendini alamazsın, bastırsan geri de gitmez anca bir o yana bir bu yana yatar. Öyle bir şey işte. (Erkin Koray-Erol Evgin düeti) * Arkadaşların vardır senin bi de. Onları sıradan görmek lazımdır. Sıradan görmezsin onları yanlış anlaşılmasın, hepsi nevi şahsına münhasırdır. Zaten arkadaş hususunda asla jakoben, opportünist ne bileyim faşist ve bilimum siyaset terminolojisindeki sıfatları kullanmaksızın özgürüm ve bağımlıyım(bi kere de çelişme be) . Herkesin herkese ihtiyacı var. İnsan sadece kendi dünyasında dönerse ancak kendi kadar olabilir. O ilkokuldaki haftada beş çeşit beslenmeye mahkum oluşumuz gibi. Tamam simit ayranlar hep yanımızda olsun. Ama bozukluk çıkmıyo bazen işte olamıyorlar yanımızda takamıyoruz simitleri kolumuza. Patates gününe kalıyoruz bazen de. Hemen ama ben çok severdim papates gününü diye başlama boşluk. Hepimiz o annelerimizin sabahın köründe kızarttıkları yağa belenmiş on saatten sonra sittin sene erekte olamamış penis misali papateslerin favori yiyeceklerimiz olmadığını biliyoruz. Neyse burdan tüm papateslerden özür diliyorum. Sadece verdiğiniz tat benim favorim diil. Ama insan aramıyor da değil bazen işte. Ben de sizin patatesinizim biliyorum. *Fırsattan daha tiksinç bir kelime daha varsa o da canımcımdır.

1.23.2009

sustukça sıra bana gelecek

 

 

"        Birbirimizi anlayamayacağız korkusuyla, sözcükleri gereğinden çok fazla kullanıyoruz. Konuşmamanın, iletişim kurmayı reddetme anlamına çekilmesinden, kabalık olarak görülmesinden korkuyoruz. Ayrıca çok fazla konuşuyoruz. Sessizlik bizi ürkütüyor. Sessizliği denetleyemiyoruz. Oysa sessizlikte, sezinlediğimiz ama tanımadığımız dürtülerin, özgürlüğün ve gelişigüzelliğin son noktası saklıdır. Sözcükleri kullanmakla, sessiz dünyaya kendi düzenimizi zorla kabul ettirmiş oluruz. Kendimizi güvende hissederiz. Sözcük kullanmamız, etrafı izleme, bilinmeyeni sorgulama, sözlü tanıma haritası olmayan şeyleri sözcüklerle kodlama eğilimimizden doğan bir gücün işaretidir. Sözcükleri kullanmakla, çevremizdeki şeylere sahip oluruz. Sahip olunca da kendimizi güçlü, her şeyi denetleyen bir konumda hissederiz. Aymazlığımızın doruğu da budur işte. Başını kuma gömen devekuşundan farksız bir durum. Birer ikame olan sözcükler, kendimizi yaşama bırakmaktan alıkoyar, deneyimlerimizin önüne geçer. Sözcükler bizi kör eder. Tüm duygularımızı ve düşüncelerimizi birer sözcüğün içine sıkıştırma yolundaki baskın faaliyet, duyularımız aracılığıyla ulaşacağımız kavrayışı engeller, önünü keser. Böylece duyular, sözcüklere bir yardımcı olarak kullanılır yalnızca. Yalnızca sözcüğün anlamını zenginleştirmek için kullanırız onları. Buna karşılık, sözcüklerin, duyuların toplam deneyimini zenginleştirmek için kullanıldığı pek nadirdir. Konuşma diline öyle alışmışız ki, arabayı atın önüne koşuyoruz. Yapay kategoriler, yaşam deneyimlerinin yerini almış durumda. Tüm duyularımızın toplamından da yoğun kavramlar, her nasılsa, sözcüklere teslim ediliyor. Türümüzün en karmaşık ve en zengin deneyimlerinden biri olan aşkta örneğin, “seni seviyorum” sözcükleri, bakıştan, temastan, kokudan ve aşkı ifade eden çeşitli seslerden çok daha büyük önem kazanmıştır. Duyularımızın ortak yaşanmışlığı aracılığıyla aşkı paylaşmaktansa, ona sözcüklerle sahip çıkmaya çalışıyoruz. Her aşk farklı olduğuna göre (farklı kokular, farklı dokunma biçimleri, farklı psikolojik roller), her aşkta, paylaşılan sözcükler de farklı olur, diye düşünüyor insan. Ama, hayır! Kalıp sözcükler, yaşadıklarımızdan daha önemli. Ve “seni seviyorum” tümcesindeki totaliter sahiplenme, tüm aşk deneyimlerini standartlaştırıyor. Aşkı nicelleştiriyor. Bu tümceyi, aşkı aritmetiğe dökmek için kullanıyoruz: “Ben, üç kere âşık oldum.”

            Aşkın söz aracılığıyla sahiplenilmesi ve nicelleştirilmesi aşkın çok renkli ve çok dilli olduğu yaşanmışlığına aykırıdır; onun insandan insana ve deneyimden deneyime değiştiği gerçeğine ters düşer.

            Sözcükler, aşkı, birbirini dışlayan kategorilere sokar zorla. “Kimi seviyorsun, onu mu, yoksa beni mi?” gibi bir tümceyle, bir aşk durumunun ille de doğrulanması, sınıflandırılması gerektiği için ne çok insan acı çeker, çıldırır, intihar eder ya da başkalarına acı çektirir. Mutlaka birinden biri olmalıdır çünkü. Biri varsa, diğeri olamaz. Sırf, söz paradigmasının tutsağı olduğumuz için. Aşkın karşılığı olarak sekiz, on, on beş sözcük olsaydı keşke. Daha az kıskanıp sahiplensek, standartlaşmanın kısırlaştırıcı baskısına yüz çevirip, benzersizliğe daha çok değer verseydik. Dikey hiyerarşiyi boşlasaydık. Peki, ya aşkın karşılığı olan hiçbir sözcük olmasaydı? O zaman aşk olmayacak mıydı yani? Aşk duyulmayacak mıydı o zaman? Aşk, sözden önce de vardı." Gündüz Vassaf - Cehenneme Övgü

1.18.2009

Yoğun bir çizimleme döneminden sonra yine "istanbulsenikaybetmiş" pamela edasıyla "ee n'apicam ben şimdi?" lakırdılarımıza dönebiliriz. Artık ertelediğim hayallerim, realitelerimin önüme dizildiği bir on beş günlük dönemim var. Neyse ki birinci dereceden biricik akrabamın alyanslanacağı için bahanesibol reklam titrimi alnıma yapıştırabilirim. Bana kar kalabilecek olan anakaraya dönüşteki detokslanmalar olabilir.

Bu dönem güzel bi dönemdi. (hayatının bölümlenmelerini sömestrlara göre yapan kronik öğrenci) Hüsranlardan hüsran seçebilme özgürlüğü olsun, ben ile başlayan cümlelerimi daha da azaltabilmem olsun, değişime direnmeden kendimi serin kumlardan kızgın sulara atabilmem olsun hep güzel anılarım var. 
Artık kedim için bile olsa açık bırakıyorum kendi kapımı; (edipciğimin o güzel "bilmeden aralık tutuyoruz kapılarımızı" sözünü anmadan edemeyeceğim) hiç bir millete, hiç bir kimseye iltimas geçmeden hepsine eşit miktarda gıcık oluyorum; hepsini dantelli donlarına kadar seviyorum; eskisi kadar kızamıyorum hiç kimselere; acı acı söylüyorum ama kimse dost olma ihtimalimi göz önüne almadığı için genelde halkı kin, nefret ve düşmanlığa yol açacak duygulara sevk ettiğim için kraym end panişmınt saykoluğuna dönderiliyorum. 
İşte kötü yanları da var geçmiş zaman muhasebeciliğinin; bir yanım olgunlaşıp anlayışlı hale geldikçe öteki tarafın hiçbir şeye, hiç bir duruşa tahammülü kalmıyor. 
Bi de iyi mi kötü mü karar veremediklerim var. Hayattan daha az şey istiyorum. Daha az hayal kuruyorum. -kuruyorum kalıyorum- Bu insanı dışı çukulata kaplı tutkularından men ediyor. "Bırak olsun", "bırakgitsingötürsünlermektupleri" demeye başlıyorsun. En sıkı tutabildiğin şey ancak bindiğin dal oluyor. 
Bi de artık dokunmak istemiyorsun sahip olamadığın hiçbi şeye. Bundam kelli gidip Afrika'nın en kuzeyinde bir Berberiye aşık olmak, bir Balkan köyünde bir kıptiyle göz göze gelmek, uzak doğularda bir denizde ayağıma bir balık değsin de korkudan ödüm bokuma karışsın istiyorum.
Ama ne olursa olsun, proses denilen meret yavaş da olsa, iyiye doğru yol alıyorum. Adımlarım sıklaşıyor en azından. Eski fotoğraflara bakabilecek kadar eskiyorum. Sadece güzel anıları hatırlayabilecek kadar unutkanlaşıyorum-iyi ki!-. Güzelleri de acı veriyor ama kuş tüyü yastıklarla ömür de geçmez değil mi? (di mi lan?)
Açılışı Shrigley'le yaptıktan sonra kapanışımı da beni dellendiren tüm blogırlara ithaf ederek yapayım.
"You wrote a book about yourself The people left it on the shelf You'll write another one Now you've got a story that's worth talking about" Belle & Sebastian 

1.10.2009

hivigo

nemrut  sıfat Arapça nemr°d

1 .     Yüzü gülmeyen.
2 .     Acımaz, can yakıcı:        "Bu adam bir aralık eşkıyalık yapmış çok nemrut bir herif."- P. Safa.

1.08.2009

“Beni olduğum gibi kabul ediniz; ben hiç kimseyi olduğu gibi kabul edemiyorum.”  Perihan Mağden

1.02.2009

korkmayın, unutuluyor!

   Yeni yılla beraber yine aslında hiç de değişmeyen rutin hayatımıza devam ediyoruz işte. O kadar tantana (saadettine) niyeydi yani. Biletime az biraz ikramiye çıktı. Bi kedi almaya karar verdim falan o kadar. 
-Ama işte bugün çiçeklerimi ezen ve laftan anlamayan üst katın mıymıntı kedisinin (belgelerle konuşuyorum) poposuna çotank diye geçirdim ve tam o anda ciyangir'in duyargalı gençlerinden biri merdivenlerden çıkıodu. Bi an kendimi bok gibi hissettim. İkiyüzlü falan. Sonra işte herkesin kendine yaptığı gibi ruhsal yaraları sarmalama aşaması kişisel telkinler. 
   Tamam şiddetin her türlüsü kötü ama çiçeklerimin üzerinde tepinio her gün. Bi şeyin yanlış olduğunu öğrenmesi gerekti. 
   Babam beni hiç dövmedi. Ailemde hiç şiddet yoktu. Gözü mor, kulağı kırmızı hiç arkadaşım, tanıdığım olmadı, bırakın Rambo filmini, Pavır Rencırs'ı bile izleyemedim. Ama bazen içimdeki bu şiddeti sorgulama gereği duyuyorum. Yani bazen insan bi yerlere çemkirmek istio ya hani. Hiç vazo kırmadım ama içimde o şiddet var sanırım. Sakin atın tekmesi pek olurmuş. Ona yordum sonunda.-
   Neyse ne diyordum işte yeni yıl. Geçen senesini çek (senet) edenlerden falan oldum olası imtina etmişimdir. 2008'de neler oldular hele. Lan daha yeni yaşadık. Ayrıca biz Türküz. Unutmak bizim hamurumuzda var. Neticede iki ay önce olmuş bi olayın geçtiğimiz senede ne oldu diye bize pişirilip sunulması beni çok rahatsız ediyor. Spikere dönüp ben de ordaydım bi kere demek istiyorum. 
   Geçti gitti neticede. Geçtiğimiz seneyi geçsek de geçmesek de hayat bi tane işte. Kaç parçaya böleceğimize bıraksalar da biz karar versek. Bu harareti geçmiş yılbaşı yazısının da sonuna gelirken sözü başlığını başlık yaptığım; geçtiğimiz, geleceğimiz bütün senelerde anlamını kaybetmeyecek (obenimkendigörüşüm) güzel bir Küçük İskender şiirinin sonuna bırakıyorum. 
"...siz bir kelebeğe tutunuyorsunuz telaşla, onu incitmeden,
kelebek telaşla geldiği tırtıla tutunuyor
insan bu, azat etmek de gerek
korkmayın, unutuluyor!" 

12.27.2008

Karadeniz'de çay toplamalardan mı geldin a Antoni?
(Fotoğraf: Marius W. Hansen)

12.25.2008

elleri olmayan babaya noel baba denir.

Oldum olası kurumsal zamazingoların basın bültenlerini samimiyetsiz bulmuşumdur. Ama bunu bir şehrin nasıl yönetildiğine dair çok güzel ipuçları barındırdığından dolayı siz kıymetli hemşehrilerimle paylaşmadan duramadım. Yazıda geçen "çeşitlilik arz etmek" sözünü olumlu bir cümle içinde kullanan, "medeniyetimizi yansıtan desen ve formları" da -var mı? davar mı?- örneklerle zenginleştirebilecek bir belediye istiyorum. Yeni yıldan bunu diliyorum. Lütfen olsun bu. 
"Ankara kentimizin Esenboğa yolu sadece şehrimizin değil ülkemizin ana giriş kapısıdır. Esenboğa yolu 4 ay gibi kısa bir sürede Büyükşehir belediyemiz tarafından genişletilmiş ve bu yol Ankara'mıza layık örnek bir yol haline getirilmiştir. Ancak yol güzergahı üzerinde kalan yapıların ön cepheleri görsel olarak çeşitlilik arz ediyordu. Bu durum tüm kesimlerden ve özellikle de yurt dışından ülkemize ilk defa gelen kişiler tarafından eleştiriye neden oluyordu. Bu farklı renk ve desendeki cephelerin görsel olarak farklılıkları yanında cam mozaik uygulamaları, medeniyetimizi yansıtmayan desen ve formların bina cephelerinde yer alması şehrimize ve ülkemize yakışmayan bir imaj çizmekteydi. Bunun önüne geçilmesi maksadıyla Esenboğa yolundaki meskun hemşerilerimizin rızasıyla, yepyeni bir projeye imza attık. Artık Esenboğa yolu binalarının cepheleri ısıya dayanıklı özel cephe kaplamalarıyla kaplandı. Tüm Ankaralıların beğenisini kazanan projeye yerli ve yabancı birçok beğeni geldi. Esenboğa yolunda oturan ve proje süresince desteğini bizden esirgemeyen hemşerilerimize teşekkürlerimizi bir borç biliriz. Proje kapsamında bazı yapılamayan yan cephelerin de yenileneceğinin müjdesini vermek istiyoruz. Projenin tüm Ankaralı hemşerilerimize hayırlı olmasını diliyoruz. Esenboğa Havalimanı ile Aydınlıkevler Kavşağı arasında, Büyükşehir Belediyesince belirlenen 187 adet binada kırmızı klinker tuğla kaplaması, kompozit malzeme ile birleşim noktaları çevrilerek yapılmıştır. (Daha Estetik olması sebebiyle)"

12.17.2008

profili oğlan çocuğu, ağzı hüzün

Hani bazen çok yoğun olursunuz, yani içsel olarak. O kadar çok şey söylemek istersiniz de hepsi birden çıkar ve anlamsız veyahut değersiz olur ya o söylenenler. Aslında hepsi içinizde o kadar büyümüştür ki. O ruhun deliğinden dilinize dökülenler kıyma makinesinden geçermişçesine parçalanır ya da kıyma diil şey gibi o ofislerde olur ya. Çok möhim belgeleri parçalamak için zzzt die kağıt makineleri, onlar gibi. 
Mesela politikayla ilgili söyleyecek çok sözüm var -tabii ki çözüm yok- ama bunu konuşmak bana o kadar uzak ki. Dilimde sakil duruyor. Yani boş konuşmak istemiyorum, aktivist de değilim ama "çöpleri yere atmam" gibi; ya da sevgiden bahsetmek, dile gelince nasıl da çirkin olur bayağı durur; ya da kendinden bahsetmek, nasıl da sıkılır "insan" kendini pazarlamaktan. 
Aynı dili konuşmak mesela aynı dilin içinde. Şimdiki ev arkadaşımla aynı dili konuşmuyoruz ama bi keresinde aynı dili konuştuk. Kötüydüm mesela. Ben ona baktım. Sonra o bana baktı. O an anladım beni anladığını. O kadar garip ki. Birinin hem de ecnebiyken sizi anlaması. Ben senin o ağzındaki kıvrımın cemaziyelevvelini bilirim a anadolu çocuğu diyesi gelir onun. Çünkü onun da çemçuk ağzı öyle kıvrılmıştır zamanında. Yani yirmiküsur yıldır mesela hep biliyorum ki ben ifade etsem onlar anlamaz, onlar anlamaya hazır olsa ben ifade edemem. O yüzden pek çabalamam. Dert de etmem. Bi de bu gerçekten anlama hikayesini çay içilen bir yerde, merdivenlere otururken yaşamıştım. Karşınıza bakıyorsunuz ve anlıyo sizi yani o kadar muhteşem bi şey ki. Mesela dokunmak da değil, sarılmak da değil, ifade etmeye çabalamak da. O an içinizde müthiş bi huzur patlıyor. Huzur patlar mı demeyin. Teşbihte hata olmaz. Yani biraz tehayyül etmesi bile huzur verici. Her yerden huzurlar saçılıo. Hep huzuru düz bi çizgiymiş gibi algılarız. Salak bi okyanus imgesi değil yani bu. Belki de çabalamamak gerek, kimse beni anlamıyo gençkızlığımızdan sıyrılıp birilerinin gözlerinin içine bakacak cesaret gerek. 
Biliyorum belki başlığa bakıp, fotoya aldanıp bu saçma yazıyı görüp neyalaka diyeceksiniz. Ama her şey birbiriyle bağlantılı -bağlantılarla kafayı bozmuş genç bilimadamı-. Örneğin başlık Atilla İlhan, o trt2'de hemen zapladığım adam zamanında, bir kadına yazılmış bir şiiri götünden anlayabilme gururu belki ya da sanatın o subjektif perspektiflere göz kırpmasının bana getirdiği bi pragma (başlangıç düzeyi yunanca) -pranga-, ya da bunca kakafoni içinde sade ahenkengiz bir ana fikir. Bu fotoğraf ne kadar uzağa gidebileceğimin bi işareti, kayganlık, oral seks, açgözlülük, imposibıl iz nating, pavlov'un köpeği, aşağı indikçe azalmayan bi potansiyel enerji. Yani o kadar çok anlamı var ki aslında her şeyin. Biz seçmiyor muyuz bu anlamları ya da birini seçtiğimizde bütün bu anlamlar -düşünemediklerimiz dahi- bizimle mi geliyor. 
Ben sadece bir ağıraksağım. Bakın o kadar ağıraksağım ki mahlasımdaki k bile bir sesli gördü mü yumuşacık g oluyor. O derece cinsim. Bit yazı.

12.09.2008

St.Illness

Ölüm hakkında derin düşüncelerim yok. Hiç olmadı. İleride de olacağını hiç sanmıyorum. Şimdi bundan sizene ve hatta banane ama bir durun bir düşünün ve hatta ben de şu an. Gelin güvey beraber düşünelim. Şimdi mesela şu anda bi kaç kat altımda ölü insanlar var çürümesinler diye özel ihtimam gösterilen kutulardalar, bulunduğum katta da hâlihazırda inleyen, muhtemelen ölecek insanlar var, üst katları bilmiyorum tam ama en üst katta bi kafeterya var, oradaki televizyonda da bi çocuk kanalı açık, nedensiz gelmedikleri bu yerde ekrana bakıp acı acı gülen koca koca adamlar gördüm. Mimari işte böyle güzel bişey, hayatın tezahürü.  Ölüler hep aşağılarda, yavaş yavaş aşağıya çekiyor hayat insanı krematoryumsuz bir diyarda. Yeni doğan ünitesi nerede şu an tam kestiremiyorum ama göbek bağlarını ölülerden ırak köşelerde kesiyorlardır ondan eminim. Mesela gözlerimi kapatıyorum şu an ölen insanlar var sağ ekranda solda ise yeni doğanlar. Uf çok sinir bozucu. Korkmuyorum ikisinden de sanırım. Bi ucu nisyanla malul olduğumuzdan diğerini de prediktıbl bi mevzu olmadığından belki de. Annemizin rahminden vıcık vıcık çıktığını düşünmek mi “better than worse” tanımadığınız soğuk dini bütün ellerin size bıcı bıcı yaptırması mı bilemiyorum.
Ölüm de yaşamın zıttı değil sanki. Bi parçası mı desek, noktası mı virgülü mü. Çok önemli bi mevzu değil. Geride kalan değilseniz tabii. Ama acı çekmeden, kimseye muhtaç olmadan bitsin şu iş diye çırpınıyoruz şu hayatta sanırım. Evet şu an mesela bi aydınlanma yaşadım. Kefen paramızı biriktirmek için geçen bir süreç sanki şu hayat. Onu düşünmeksizin buna hazırlık. ("Gökkubbenin altında söylenmemiş söz yoktur..." İbn Ataullah İskenderi)
Bi kaç saat sonra yaşımın ikiye üçe çarpılmışlarıyla el dudak münasebetine gireceğim. Onların gittikçe kuruyan ellerine ancelina coli kadar olmasa da dolgun dudaklarımla hayat vereceğim bi nevi.
Şu an ekranın tüm hatlarını seçmeme imkân verdiği pek de dramatik gözüken ellerime baktım da. İyi ki ben benim. Başkası olmaya tahammül edebilir miydim acaba. Umarım uzak gelecekte de ben benden memnun olurum. Biterken de bi hastane köşesinde değil de kendi yatağımda yaparım altın vuruşumu. 

11.27.2008

"it's not about saying yes or no it's not about stop or go it's more about what is within and how you get there in your mental scene and how you keep it as part of your truth never to stop work trying to choose some kinds of decisions some kind of disguard well i feel not conscious about others reports and do you believe don't you forget how you conceived your thoughts of regret it's not about being right or wrong it's not about being weak or strong..." Ms. John Soda

11.20.2008

"...Bilmem mi, ellerin vardır, umuttan yuvarlar çizer
Bakılan bir şeydir el, boşluğu dengede tutan
Bir uzantıdır işte umutla insan arası
Bir yonudur ne belli, görmekle anlaşılan
Geceden gün yapılan o sevişme yakınlığında..." Edip Cansever / Kaybola 

11.14.2008

Bugün "Aynı Sudan İçtik"i izledikten sonra bir de eve keyifsiz gelip şu olanları bitenleri görünce duyunca...
İnsan tek kelimesine bile dokunamıyor. Her cümlesi, her kelimesi insanı daha da dibe sokuyor. Sadece daha güzel bir ülke düşlemek kalıyor bize. Bu ülkede umuttan bahsediyorlar bi de. 
"“...Rumlar, Ermeniler (YAŞAMAYA) devam etseydi, bugün Türkiye aynı milli devlet olabilir miydi?” 
“Hayır olmazdı.” Basit soruya basit cevap. 
Sen kalk, yokluğuma övgü düz, sonra da o yokluğum üzerine bir ülkenin kurulduğunu ifade et, o ülkenin bugünkü halini makbul gör, ondan sonra da ‘olsalardı ne olurdu halimiz’ diye iç geçir. Kendi ayağına kurşun sıkmanın tarifi gibi bir şey. ‘Sana ne’ diyeceksiniz. Sıkmışsa sıkmış. O ayakla sizin birlikteliğinizi çoktan koparmadılar mı zaten? Gerçekten de işin bu bölümünden artık bana ne... 
Tabii işin en acı tarafı, Bakan’ın söylediklerinin büyük bölümünün maalesef doğru olması. Peki, doğruysa doğru, sorun ne? Bakan doğruyu söylüyor ama doğruyu yanlış söylüyor. Yüreğimizin tavan aralarına, bodrum katlarına koyup, gittiğimiz her yere beraberimizde götürdüğümüz, kırılgan acılarla dolu sandıklarımızı oradan oraya savuruyor. Zar zor, ite kaka vardığımız “O dönem herkes çok acılar çekti” kavşağından, direksiyonu birden bire “iyi oldu” sokağına kırıyor. Olanları doğru söylüyor ama olanların doğru olduğunu da söylüyor. 
Şu soruya hakkıyla cevap verelim şimdi... 
“Hayır, aynı olmazdı. Süper olurdu.” 
Sen ne diyorsun? 
Bütün ülke üç noktaya birikmez, kırk küsur merkez olurdu. Yirmi, otuz yıllık fidan hayatlarımız değil, kadim bir orman gibi kültürümüz olurdu. Anasının doğduğu yerde doğabilirdi herkes, işte o zaman ülke, “memleket” olurdu... " Arat Dink

11.08.2008

Sımsıkı tutup çekmek istemiyorum, handle with care’i pek samimi bulmuyorum, kavramak istiyorum ben sadece.

emmenez-moi vs. mütekabiliyet

*Siz de sıkıldınız biliyorum. Herkes aynı dertten muzdarip. Birbirimizden kaçarak ancak bir diğerimize varıyoruz. Mikrokozmozumuz da aynı. Bu elektronlar değil miydi protonun dibinde dönüp birbirlerine gıcık olan. *Aslında hayat çok sade ve basit bir şey ama basitlik biraz karmaşık. Neticede bir zerrede gördüğümü bir gezegende, bir çanta tokasında, iki nota arasındaki es işaretinde de görebiliyorum. Ama bunu birbirine bağdaştırmak için kanat ve rakım gerekiyor. Onlar da ancak kendilerine yetecek kadar zeka, çokça da içgüdü barındıran kuşlara bahşedilmiş ekseriyetle. -tamam uçan balıklar var, memeli hostesler var- Yine de her şeyin içindeyken, dibdibeyken sorunlarla; so  n gibi bişi görüyosunuz ya da işinize öyle geliyor. Bilmiyorum. Esasında harfleri karıştırarak özel olsun cins olsun, bir sürü varyasyon elde edebilirsiniz. Ben o iki harfi yok sayıyorum bilincimin çokça altında. Gördüğüm şeyle dehşete düşmemeye çalışırken, debelenirken daha da beter yapıyorum her şeyi. Yani yapmıyor da olabilirim. Belki de en kralefem benim o sırada. ama sorun olanlar değil hissettiklerimde. * Hayatı sadece kendi çevresinde döndüğünü sanan bi arkadaşım vardı. Yurtdışı deneyimlenmelerinden döndükten sonra "sen niye öyle diyosun, oralılar çok farklı, biz çok çeşit, onlar sıfır kalori, biz köy ekmeğiyiz" gibi çeşitlemelerde bulunduydu. Ben insanın da aslında tek bir karakteri -kültür değil- olduğunu düşünüyorum. Hep diğerini -bir sebepten- dışlarken aynanın -aynı sebebin- bi parçasını kırıveriyoruz. O kırık aynada çok da gerçekçi olmayan gördüğümüz imgelerimizle mutlu oluyoruz. Ama başkasının bakıp kelekliklerimizi gördüğü gerçekliğini nasıl göz ardı edebiliyoruz onu aklım ermiyor.  *Noktalı virgülün ne zaman kullanılacağını asla öğrenemedim. *Bağcıklarımı bağlamayı 16 falan yaşımda öğrendim, kravat asla bağlayamadım. *Analog saatlerden hep nefret ettim. Hala okurken teklerim. *Parfümleri ve deodorantları-sera gazı- asla sevmedim. Bi şeylerin üstünü örtmeyi-yataktakiler dışında- hiç etik bulmadım. Sidik de içerse ter kokularını, bana bi öpücük ver sana bu akşam ne yediğini söyleyeyimleri iğrenç ama daha insani buldum. *Güneş gözlüklerinin, atkıların, poşuların fonksiyonlarından sapmalarından, aynı zeitgeist'lerde yaşadığım insanların bilinçsizliklerinden gına geldi. (Çizim: David Shrigley)

11.05.2008

şu an ne yapıyorsun?

Kendimden bahsetmek pek kifayetsiz. Ama ille de soracak olursanız böl ve yönet politikam gereği parça parça kendimden bahsetmek bütünsel olarak kendimden bahsetmekten yeğdir. Tümdengelemeyeceğım, varırsam anca tümevaracağım. 

Dolmalar geçiyor gırtlağımdan, öhö'ler çıkıyor solunum takımından, ciğerlerim kendi çapında dirili dirili şeklinde alarm veriyor, karnımda tırtıllar kabuklarından çıkıyor, kelebeklerin ömrünü sorgulamadan gıdıklanmalardan hazzediyor, battaniye kara sınırlarına giremeyen kollarım ve bir kısım şerefsiz bacak ürperiyor, gözlerim kapanmamak için yerçekimi denilmeyen o çekici güce direniyor ve tabii ki kulaklarım sınıflandıramadığı güzel sadalarla mest oluyor. 
Say the word and you'll be free Say the word and be like me Say the word I'm thinking of Have you heard the word is love? It's so fine, It's sunshine It's the word, love In the beginning I misunderstood But now I've got it, the word is good
(The Beatles - The Word)

10.28.2008

eldevarbirben

*Korkularımızın getirdiği enteresan bişey var bizde, bizim çehremizde, jest ve mimiklerimizde, oturuşumuz, elimizi tırabzana koyuşumuzda. Köpekler gibi sezgisel bir burnumuz olmadığından başkalarının korkularına verdiğimiz tepkiler de havlayarak olmuyor elbet. Korkmanın da mı adabı olur, olmaz evet ama korkutmanın vardır belki bi yordamı. Ne bileyim -"Psycho" filminde banyo sahnesindeki gibi. Şimdi bilemedim o sesi nerelerinden çıkarıyorlar- *Çok kilometre uzaktaki bi arkadaşım bugün bi kaç lakırdı döktürmüş postama "Türklerle takılmıyorum hiç. Onların buradaki kaygıları İstanbul'daki gibi yabancı bana. Yani mutlu olmak için çok şey istiyorlar ve hiçbir şey için koşturmuyorlar" Yerim ben onu da. Uzaktan böyle miyiz acaba. Çabalamadan mı istiyoruz istediklerimizi. BugünAllahiçinneyaptınlar cami duvarlarında asıladursun, hayatın klitorisini aramadan darmaduman mı ediyoruz küçük kendimizi. Bilemiyorum. Çekingen gözler, sözlerle idame ettirilen hayatlarımız var, çıplak bedenlerin üzerinde göz yaşartıcı bombalar (Caz yapma). Pff tamam. *Oldum olası gözleriyle anlaşan o enteresan insanlardan olamadım, onlar hep bana en basit(o da değil bayağı) şeyi düşünen insanlar gibi gelir. Bi de "Anladın sen onu"lar var. Onlar akıllara zarardır. Mezapotamya'ya doğru koşasınız gelir onları görünce. Ben belki babamdan miras, olasılıkları tarayıp en kötülerini seçip onlardan bi demet yasemen sunan biriyim kendime. Yani anlamıyorum ben onları. Anlamamam dalgalaklığımdan da değil. *Benim en çok övündüğüm huyum, kimseye rahatsızlık vermeden şu dünyadan tadında gidip, ölümü ağız tadıyla tatma-tat ketçap- azmimdir. Ama olmuyur bazen. Üzüyorum, sıkıyorum kendimle başkalarını. Buradan özür diliyorum hepsinden. Bilseydim hiç varolmazdım ya da emokid olurdum. Bilmiyorum ki. *Sen bir adım atarsan, benim alibabasaatinkaçım birbüyükadım ileri olur; sen bir adım geri atarsan, beni annem çağırır yemeğe. *O zaman bu sade geceyi güzel bir lirikle sonlandıralım sevgili memet okur,

"...Kendini bırakmak en büyük korku
Baş edemediğimizden belki
Düşlerdeki isteksizlik nedir
En açık seçik olan belirsizlik midir?..."
Bülent Ortaçgil-Gece Yalanları
(Çizim: David Shrigley)

6.07.2008

belli.

5.11.2008


...

"Biz bu lavanta kokularını bilmeden taşıyoruz

Biz bu tavanı bilmeden eski rengine boyuyoruz

Bu bizim terliklerimizde ufacık güller oluyor - acaba?

Evet, çok değil onları bilmeden hoşa gideriyoruz

Sormayın, ama sormayın, bilmeden aralık tutuyoruz kapılarımızı

Bilmeden bekliyoruz, bilmeden uyuyoruz sabahlara değin

Kim bilir, belki de biz

Tanrısıyız en olunmaz şeylerin


Bu bizim en düzenli hareketimiz: olmak

Asılıp kalmışız sokak fenerlerine

Asılıp kalmışız öyle, görenler bizi görüyor

Görenler bizi görüyor, ve gidip geliyoruz dikkatle

Doğrusu, niye saklıyalım, hepimiz bunu yapıyoruz

Ama biz yaşıyorken de bunu yapıyoruz sadece

Cansız

Ve gidip geliyoruz dikkatle. "

...
Edip Cansever - Çoğullama

4.27.2008

ah zo!

"...Mesele de bu. İki yıl sonra İstanbul Avrupa Kültür Başkenti olacak. Bu çok iyi bir şey. Ama bana hep yaptıkları yüksek kuleleri gösteriyorlar. Kültürden söz ettiklerinde kastettikleri 'money'. Büyük binalardan, alışveriş merkezlerinden, lâlelerden bahsediyorlar hep. Bunlar "kültürün başkenti" anlamına gelmiyor ki, 'kapitalizmin başkenti' anlamına geliyor. " Tony Gatlif

4.19.2008

ahadaşım bekleme yapma


yaşamı sevmek kadar, içindekilere anlam yüklemek de mühim ve üzgünüm dostlarım, sizler birer hiçsiniz. -sen hariç, bi de sen, belki sen biraz, biraz da sen-
.
.
.
"Ve bir genç, şöyle dedi: 'Bize arkadaşlıktan bahset.'
Ve o cevap verdi:
'Arkadaşınız, cevap bulan gereksinimlerinizdir.
O, sevgiyle ektiğiniz ve şükranla biçtiğiniz tarlanızdır.
O sizin sofranız ve ocak başınızdır.
Çünkü ona açlığınızla gelir ve onda huzuru ararsınız.
Arkadaşınız sizinle içinden geldiği gibi konuştuğunda,
ne 'hayır' demek zor gelir, ne de 'evet' demekten çekinirsiniz.
Ve o sessiz kaldığında, kalbiniz onun kalbini dinlemek için sessizleşir.
Çünkü arkadaşlıkta, kelimeler susunca, tüm düşünceler, tüm arzular
ve beklentiler, gürültüsüz bir sevinç içinde doğar ve paylaşılırlar.
Arkadaşınızdan ayrıldığınızda ise yas tutmazsınız;
Çünkü onun en sevdiğiniz yanı, yokluğunda
daha bir berraklık kazanır, tıpkı bir dağın,
dağcıya, ovadan daha net görünmesi gibi...
Ve arkadaşlığınızda, ruhsal derinlik
kazanmaktan başka bir amaç gütmeyin.
Çünkü, salt kendi gizemini açığa vurmak peşinde
olan sevgi, sevgi değil, savrulmuş bir ağdır
ve sadece yararsız olan yakalanır.
Ve arkadaşınıza, kendinizi olduğunuz gibi sunun.
Eğer dalgalarınızın cezrini bilecekse,
meddini de bilmesine izin verin.
Çünkü salt zaman öldürmek için bir arkadaş
aramanızın anlamı olabilir mı?
Onu, zamanı yaşatmak için arayın.
Çünkü o gereksiniminizi karşılamak içindir,
boşluğunuzu doldurmak için değil.
Ve arkadaşlığın hoşluğunda,
kahkahalar, paylaşılan hazlar olsun.
Çünkü küçük şeylerin şebneminde,
yürek sabahını bulur ve tazelenir.'"

Halil Cibran

3.09.2008


lütfen beni diğerleriyle yalnız bırakın.

2.27.2008

ben düşünmenin suç olmadığı bir ülkede yaşamak istiyorum.

B.E.: Tamam vatan bölünmez, bilmem ne olmaz ama göz göre göre de bu çocukları bütün analar doğursun, toprağa versinler. Bu mu yani? Bir çocuğun ne demek olduğunu ben sizler gibi bilemem. Ben anne değilim, olamayacağım da. Ama anneler anlar. Başkalarının masa başı savaşı için evladımı harcayamam. Bir oyun oynanıyor ve biz oyuncağı oluyoruz. E.G.: İnşallah Allah bir oğul nasip eder de anlı şanlı askere yollarım. B.E.: Sonra ölüsünü eline alırsın. E.G: Eğer bunun için kaderde ölüm varsa, alnımıza yazılmış böyle bir şey varsa, onu da yaşayacağız. Bunun için şehitler ölmez, vatan da bölünmez zaten. B.E.: 'Şehitler ölmez vatan bölünmez' hep aynı klişe laflar. Hep bunu söylüyoruz zaten. Çocuklar gidiyor, kanlı gözyaşları, cenazeler... Klişeleşmiş laflar...

1.15.2008



"i have a love
i have a love for this world,
a kind of love that will break my heart
a kind of love that reconstructs and remodels the past..." Jens Lekman




1.13.2008

ben kimim nerdeyim çok tuhaf bir yerdeyim.


"Hotel Maya: Şansımıza, 'Vay be' dedirten bir dizayn otel. Alengirli bir sadelikle her şey bir şeyin içinden çıktığı için, odadaki mini barı bulmak için bütün çekmeceleri açmam icap etti. Birinden mönü çıktı: Edamame... Oyster kataifi... Thai Pesto Marinated Saba Mackerel... Sirloin Steak...

Öbüründen spa mönü çıktı: Detoxification/Traditional/Relaxation/ Dry/ Maya Indulgence Signature Therapy...

Bir diğerinden saç kurutma makinesi. Ve o da nesi: Albenili grafik kapak tasarımıyla bir kitap. 'The Meaning Of The Holy Qur'an/ Complete Translation With Selected Notes By Abdullah Yusuf Ali.

Çekmecede bir de mat metalden ok: 'Kiblat' diyor.

O kadar alışkın olmadığımız bir beraberlik ki, önce uyanamadım. Bir hip otelde mini bar ararken karşınıza, evet, kıble çıkıyor!

Wallpaper zihniyeti ve Müslümanlık bir araya gelebilir mi? İnanılır gibi değil ama gelirmiş!

Bizdeki en temel eksiklerden biri değil mi? Geçmişle bütün bağları kopar, ak-kara kafasından kurtulama, Müslümanlığı köylülükten kurtarama... Sonra tuvaletlerde abdest alanlardan ortalık diz boyu pis su... Dine göz kırpan stil, tarz, modanın iki meczupla üç rüküşe kalmasından da dirsek boyu ağda... Gel de Malezya olma!.." Nur Çintay A.

1.04.2008


"ben beni bıraktığımda, sen beni bırakma ya rab." Yunus Emre

1.02.2008

toute le mémoire du monde / kök temiz, filiz kirli


ben dedim ki "...romantizm boyutundan uzak bi sual. kendimi iyi hissettiriyosun sen, falan..."
u dedi ki "...bi de tuvaletten iki kişiyle çıkmışsın..."
ö dedi ki "...canın sağ olsun oğlum..."
ben dedim ki"...lakin ortadaki vahim bi durum var. yapmadığım bir şey için suçlanmak gibi bişi bu..."
b dedi ki"...belki o zamana kadar büyürüm..."
t dedi ki"...seni seviyorum ama sevmek benim için üzerine anlamlar yüklenen bişi diil..."
a dedi ki"...senden nefret etmiyorum. sen iyi bi adamsın..."
m dedi ki "...ben de seni seviyorum. gerçekten."

12.28.2007


yine şu lahzada -bünyede nadir görülen- baş ağrıları ile kendini gösteren proje ya da yerel söyleyişle karın ağrısı illeti ile dertleniyoruz. göçüp giden bellekler toplumsal olmasa da kişisel hafızamın ne kadar yedeksiz olduğunu gösteriyor. kim buna reva? ben mi? hiç sanmıyorum. kalıcı olmak istemiyorum, geçmek istiyorum!

12.22.2007

ex-next


sular çekilince, yine kocaman cüssemle küçük dünyamda beliriverdim...
(Foto: louline.deviantart.com)

12.09.2007


"Uzun süredir ABD'de yaşayan, misafirliğe gittiğim bir arkadaşım, ikinci günün sonunda uyarmıştı beni: "Bak bu yaptığın ayıp sayılır, kimseye selam vermiyorsun, asık suratla dolaşıyorsun, hiç değilse apartmanın asansör, koridorunda karşılaştığın insanlara bir 'Hi' de!"
Polisten hep korkmak, trafikte hakkını aramak için saygısız canavarlara dönüşmek, devlet memuru karşısında bir hiç olduğunu düşünmek, tezgâhtar ya da garsonlara karşı 'Nasılsa kaba davranacaklar' kaygısıyla hep gardını almak, stresi 'hayatın gıdası' diye yorumlamak, kapı komşun bile olsa yabancılara selam vermemek, yabancı olduğunun sürekli hissettirilmesine katlanmak, parayı değerini fark etmeksizin harcamak diye başlayıp uzayacak bir 'bozukluk' listesi mümkün bu şehirde.
Bir dostum, 10 yılı aşan Moskova macerasını noktaladı geçenlerde. "Bu şehrin insan üzerinde yarattığı tahribat çok fazla. Sürekli korkarak, çekinerek, güvensiz, saygısız ortamda yaşamak bozuyor insanı. Sistem sana kendini hep suçlu gibi hissetiriyor. Çocuğumun bu şartlarda büyümesine gönlüm el vermiyor" dedi. Ve ailesini de aldı, çook uzak ve sıcak iklimlerde bir yere attı kapağı. O giderken arkasından çok kişi "Yaptığı delilik!" dedi. Şimdi düşünüyorum. Bu şehri terk etmek mi delilik yoksa kalmak mı?" Suat Taşpınar

12.08.2007



"Etek sarı sen etekten sarısan sarısan
Etek sarı sen etekten sarısan sarısan
Kurban olam Bey dağının karısan karısan
Kurban olam Bey dağının karısan karısan
Sordum soruşturdum kimin yarisen yarisen
Sordum sual ettim kimin yarisen yarisen
Ben sormadan dolu gibi döküliy
Ben sordukça gözlerimden yaş geliy le le yaş geliy, vay
Bir gömlek diktirdim kolu düğmeli düğmeli
Bir gömlek diktirdim kolu düğmeli düğmeli
Herkes kaderine boyun eğmeli le le"

11.24.2007

rendım

kopi peystlerle köşe yazılarını dolduran salak yazarlar gibi hissediyorum, cepten yiyorum. kısaca bu aralar her söylediğinize "aa ben de!" "sen onu bana sor" "asıl ben..." gibi sinir bozucu tepkiler veren sinir bozucu insanların durumu, şarkı türkü şansonlarla benim aramda yaşanıyor. kısaca olmadı ama.





"You fight like the night
Weakness is my guide
I’m walking a dark road
I’m running out of time
I don’t want to die
I love your eyes
They show me above all
Show me I’m loveable " Malcolm Middleton

11.21.2007

b e n ö c ü y ü m


halo, itzbinelongtaym. hakikaten çok uzun zaman oldu. içimdeki iris ve bilimum yaşanmışlık kırıntılarını anlaşılabilemez bir biçimde metafor manyağı yapmayalı epey zaman oldu. aslında yazdığım yarım bıraktığım binlerce yazı var da günyüzüne çıkabilitesi pek olası değil. içimdeki o eski güzelliklerin öldüğüne inandırdığımdan mıdır yoksa birinin bizi gözetlediğinden midir bilmiyorum yazasım çizesim gelmiyor. ama bugün yılın en kötü günlerinden birini yaşamakta olduğumu hissettiğimden midir bilmem. arsız arkadaşlar gibi sana geldim işte.

"Oh sister, come for me
Embrace me, assure me
Hey sister, I feel it too
Sweet sister, just feel me
I'm trembling, you heal me
Hey sister, I feel it too" Depeche Mode

Lakin içim dışım sağım solumdaki sesleri kendi mikrokozmozumda yaşanan sıcak gelişmelerden dolayı duyamamaktayım. kim ne demiş, kim kimi sevmiş, kim kime giydirmiş, kim neye niyetlenmiş artık benim algı sınırlarımı aşan bir vaziyette; etrafta vızırdayan insanlar var. artık görmek istediğimi göremiyorum. duymak istediğimi duyamıyorum. sadece vızırdamaları duyuyorum. işin fena tarafı da pasifloralanmış bir vaziyette etrafta salınıyorum. dışı gülen içi kan ağlayan türkan şoraylamalarımdan gına geldi. ama iyi değilim bu aralar. dillendirememenin getirdiği iç sıkıntısı, ancak ve ancak vücudumu suçlayabileceğim bir uyku hali, ben ilerlemediğim için ilerlemeyen büyük projelerim, iş yaşantısının gerçek yüzü, modern şehir zımbırtıları, "zorttink is allak bullak" durumlu feysbuh kimsecikleri, histerik ülkesel saçmalamalar. normalleşme isteğinin artık anormal ve hatta paranormal karşılandığı bir şehir devleti. gerçi türk rüyasını yaşatmama engel olan herkese müteşekkirim. orası ayrı. ama insan kendini değersiz, biçare gördü mü her şey sıfırdan başlıyor. sizi gerçek hyatt regency'de poke'leyecek real turkish arkadaşlarınız olmadığından kelli bir itenek, onu geçtim düşmenizi engelleyecek bir takoz refakatçiniz olmadı mı her şey daha da beter oluyor. ne dışarı çıkmaya, ne manitasallaşmaya-halihazırda varolsa da- ne de erdemli kalmaya takatiniz kalıyor. şimdi boşlukta sen salınırken ben de yarın yeni işime hazır gidebilmek için uyuyayım biraz. sözü de izlediğim tek-şimdilik- bergman filminden bir ehlikeyfe bırakayım. "gün nasıl başlarsa başlasın gece her zaman hüzün ve kederle biter." the virgin spring

11.17.2007


"İstanbul, 2010'da Avrupa'nın kültür başkenti mi olacak? Nasıl olacak? İstanbul denildiği zaman nereleri anlıyoruz? Yenibosna İstanbul'da mı? Avcılar İstanbul'un içi mi? Hadımköy'de oturan İstanbullular yılda kaç kez denizi görebiliyor? Neyse, uzun lafın kısası Boğaz kıyısı ve birkaç kilit nokta dışında İstanbul, kimse kusura bakmasın, hani bizim dost ve kardeş ülkemiz Pakistan var ya... Hani darbenin bile darbesi olan ülke, diktatörler tarafından dürtülen ülke Pakistan var ya... İşte İstanbul'un herhangi bir Pakistan şehrinden farkı yok. İstediği kadar Haliç olsun, Boğaz olsun, ada Moda olsun. Yok işte. Şehrin ocağına incir ağacı dikmişiz. Hem de yoğurtlusundan. Ocakla da kalsak iyi. Koskoca şehirde yeşil alanların, beton alanlara oranı diye bir sayıdan bile bahsedemiyoruz. En son ne zaman 30-40 tane ağacı bir arada gördünüz? Hepinizi Maslak'a bekliyorum. Mashattan adı altında birtakım beton kuleler yapılıyor. İnsanlar buralarda oturmak için deli gibi paralar veriyor. Ya, Maslak'ta köpek bağlasan durmuyor, millet milyarları dayıyor. Neden? Çünkü Türkiye'de emlak çok büyük yatırım. Tek neden bu da değildir herhalde. Ya o Manhattan denen yerin bile biraz yakınlarında Central Park diye dev boy bir park var.
'Yeşilimizi bize verin ulan!' diye bağırmak istiyorum. Öncelikle Karadenizli tüm müteahhitlere, ardından 80'li yıllardan itibaren gecekondu belasını ve yamuk kentleşmeyi başımıza saran rahmetliye buradan sevgilerimi yolluyorum. Ya, cennetin tasvirinde bile ağaç, nehir var. Güzelliklerin hepsi doğada. Hiçbir kutsal kitapta 'Cennet öyle bir yerdir ki, oradaki dağların hepsini siyanürle zehirlidir. Denizi asit gibidir. Meyveleri hormonlu, tabiatı leş gibidir' yazmaz. Yani diyorum ki zaten cennet yaratmak zor bir şey değil. Hatta cennet gibi yerler yaratmak için bir şey yapmak gerekmiyor. Tam tersine hiçbir şey yapmamak, yeşile dokunmamak gerekiyor. Peki neden dokunuyoruz gibi gerzekçe bir şey sorayım mı? Yok canım, para için olduğunu hepimiz biliyoruz. " Kaan Sezyum

11.12.2007



ben: rölöve'ye girmiom:)
S.: :)
ne diyim, yoldaşımsın aslında.. :)
ben: bizden bi s.km olmaz mı sence?
S.: bence ne bir s.k, ne amc.k olur bizden sıçayım ya napalım ölelim mi yaa
ben: :)
allah belani ya...

10.21.2007

this modern life

İnsanın kendisini haybeden bir umut için ömrünü heba etmesi koymuyor da umudu olanın umudunun umurunda olmaması koyuyor... o zaman süper kürklü hayvanlardan gelsin "...you've got to tolerate all those people that you hate i'm not in love with you but i won't hold that against you..."

10.14.2007

belki de değil?


istanbul ankara istanbul ankara istanbul çanakkale edremit denizli muğla denizli istanbul mardin hasankeyf mardin diyarbekir nemrut şanlıurfa harran halfeti şanlıurfa mardin ankara istanbul ankara. yarın yine istanbul. yine köşe bucaktan köşe beğen dur. gitmek için gidilen, görmek için görülen, sevmek için varılan destinasyonlardan sonra yine sabit bir noktada zabitliğe başlayacak olmanın getirdiği derin elem ve keder -ikisi aynı şey mi?- içindeyim. içindeyiz belki de. -think that pain belongs to you but it happens to us all -dido-bilmiyorum uzaktan romantik bi şekilde yazınca afili duruyor. ama içindeyken mal gibi evet aynen mal gibi koşuşturuyorsun. şu aptal romantik yazılardan yazmıyayım diyorum. hani gidişat o yönde ya. aslında yaşantıma -çirkin artifikıl türkçe kelime- verdiğim istikamet şu yazıya yön verme gayretim kadar abuk. esasında "romantik" mimarlık eserleriyle aram o kadar fena değil ama bu husus dile yüze göze dökülünce benim sinirlerim zıplıo. romantizm insan doğasına aykırı. ya da biz onu çok pislettik belki de. yahu biz ne? başka bir çoğul şahıs yok mu? of çok sıkıldım şu muhabbetten. bir dalda tutunamıyorum zaten. emokid olmak için de az saçlıyım-yunov vataymiyn- bitsin bu yazı. bit.

10.11.2007

gerizekalılaştıramadıklarınızdan mıyız?

"Los Angeles'ten özel jet uçağıyla İstanbul'a gelecek olan Costner, İstanbul'da Ayasofya'yı, Sultanahmet'i ve Topkapı Palas'ı gezecek. " Sabah

10.03.2007

geçmiş zaman alır ki!

yine kara karargah'ıma geri dönüyorum. esasında yazıp bozduğum neşriyatı dizsem burdan köye yol olur lakin konumuz dili geçmişler değil. konumuz şu an. zaten bu aptal yazıları neden yazıyorum muhasebesini yapmamakla öğünürken bi anlık düşünceyle bu kadar uzak kaldım. bi de tabii artık yalnız olmadığımı üç beş yedi kişinin yazılarımı takip ettiğini düşünmek beni biraz sitreze sokuyor. yani esastan samimi olduğum bir ortamda, aman onun ekmeğine yağ sürmiyeyim aman şunu hazır olda bekliyeyim gibi hezeyanlarla samimiyetsizliğe dönüştürmek istemedim. bir arkadaşım neden benden bahsetmiyorsun dedi bir keresinde mesela. nasıl yani? diyemiyorsunuz ki. ben bambaşka bir hayat yaşıyorum. sen bugüne kadar bir yalanı yaşamışsın mı diyeyim. neyse artık diyebilirim. insanlar işte. zahiri ile gerçek hayat arasındaki dengede bir o yana bir bu yana yatıp şaşırmış halde debeleniyorlar. sonra şu (evet şu) zahiri alemde yarattıkları poş spays, castduit, ya da xyz'nın en azılı hayranı imajlarının gerçekle yakından uzaktan alakası olmadığını gördüklerinde yaşadıkları içsel dilemmaları size yansıtmaları, yumurtadan çıkıp kabuk seçmeleri, kendi boklarının yaydığı kesif kokulardan rahatsız olmalarını bir yana bırakıyorum sizi de beğenmez oluyorlar. burada birine kesin geçirdim ama kime acep. perihan mağdem yazıyor ben de yazarım. bakınız belki de blog tarihinde ilk kez bir paragraf başı yaptım. çünkü bu konuyu uzatmaya niyetim yok, sakin ihtirassız hayatımdan devam etmek niyetindeyim. evet, kimlerle başlıyoruz? nereden başlıyoruz? sevgili bloguma longtaymnosi kadar uzağım. nerede o sadece o ve benim olduğumuz boşluklar. bir kitapta okumuştum. şöyle diyordu. iyi de olsa kötü de olsa bütün hatıralar acı verir. e doğru diyorsun be kadın diye içinden geçiriyorsun. bu aralar ecnebi memleketindeki ikametimi özlüyorum. artık ne insanlarla konuşma takatini kendimde bulabiliyorum ne de elimdekilerin kıymetini idrak edebiliyorum. İftar açgözlülüğüyle sipariş edip yiyemediğim yemekler, gerçekten çok çok sevip, onlar için çok üzüldüğüm ama hiç belli edemediğim ailem, asla best friyends forevır olamayacağım bir gün hepsinin beni terketmesini beklediğim sevgili arkadaşlarım, arkadaş olmak isteyip asla kıvamı tutturamadığım değerli insanlar, boşuna harcanmış nakit ve plastik paralar. her şey gözümün önünden geçemiyor şimdi. esasında gün içinde düşündüklerimi bir kenara not edip yazına döksem pek de fena olmaz. bu hususta kendime güveniyorum. belediyecilik benim işim değil çünkü benim işim burda kendimi anlatmak.

9.19.2007

"löbeljikanpuvan"


" ...Sokakta da durum farksız. Flaman bilgisayarcı Freddy Hoevelen, "Belçika frangı tarih oldu. Milli futbol takımımız hiçbir maçı kazanamıyor. Kral, siyasileri bir arada tutamıyor. Boşanma vakti geldi" dedi. Flamanlarla Valonların 'boşanması' yabancı basının da gündeminde. The Economist 'Artık günü belirleme vakti. Belçika diye bir yer olmasaydı, kimse onu icat etmeye kalkar mıydı ' yorumunu yaptı. " Radikal

8.25.2007

nansens


yaz sil yaz sil yaz sil... ve yaz yazmadan biter.

8.24.2007

herkes farklı, herkes çeşit


""Türban konusunda çok hassassınız, biliyorum" diyen bir mail geldi. Hayır, türban konusunda hassas değilim, özel bir hassasiyet geliştirecek sebebim olmadı. Ailemde türbanlı kimse yok, hayatımda hiç tesettürlü biriyle arkadaşlık etmedim. Başörtüsü yüzünden mağdur olma, okuyamama, son dönemde bir de evlenememe... gibi sorunları birinci ağızdan dinlemişliğim bile yok. Sadece bu ülkede yaşıyorum ve ortalama IQ'lu sıradan bir insanım. Atla deve değil, iki gıdım empati o kadar da zor olmamalı. " Nur Çintay A.

7.13.2007

dont taç onli voç?

"Dünyayı güç ilişkilerinden ibaret görenlerin, hayatı güç ilişkileriyle okuyanların insanlığa reva gördüğü manzarayı üzülerek izliyoruz. Hukuksuz savaşlar, işgaller, acılar, gözyaşları, yoksulluklar ve kirlilikler. Oysa uygarlığın esas kriteri, esas kudreti ve esas güç, insani erdemlerin yüceltilmesi ve insan ruhunun zenginleşmesi olmalıdır. Bugün insana ait bütün kadim değerleri ayakta tutanlar, dünün ve bugünün sanatçılarıdır, insanlığın kültür mirasıdır." R.T.Erdoğan

6.30.2007

ehlileştiremediklerinizden miyim?


"...The book of love is long and boring and written very long ago
It's full of flowers and heart-shaped boxes and things we're all too young to know
but I love it when you give me things and you you ought to give me wedding rings..." The Magnetic Fields


6.17.2007

yap-pislet-devret


"21. yüzyılda İstanbul dünya imparatorluklarının başkenti. Yapıldıkça yıkılan, yıkıldıkça yapılan İstanbul. Doğasıyla, insanlarıyla, kâh uyumlu, kâh kavgalı. Kiminin saldırısıyla yıkılmış, kiminin ihmalinden çökmüş. 2 bin yıldır kesintisiz birilerinin yaşadığı, dünyanın en eski şehirlerinden. Buraya ilk yerleşildiğinde dünyamızda şehirlerde yaşamak ayrıcalık idi. Bugün dünya nufusunun yarısından çoğu şehirlerde yaşıyor. Şehirlerde yaşamak artık ayrıcalık değil kaçınılmaz.

Ölçüsüz sanayileşme çılgınlığımızla, uygarlığın beşiği bildiğimiz şehirlerimiz, topraklarından kopartılan sokağa mahkûm ettiklerimizle, sefaletin, isyanların mekânı oldu. Parası olan şehir dışına kaçtı, parasız olan şehre akın etti. Bugün de Asya'da, Afrika'da, Güney Amerika'da milyonlarca çaresizin mekânı olan şehirler, insan merkezli olmayan egemen düzenin kaçınılmaz sonuçları. Bu gidişe dur demek için Moskova, İstanbul gibi şehirlere girişleri pasaportla denetlemeyi düşünenler bile var.

Başka bir yol, büyük yatırımlarla şehirlerin yapısını değiştirmek. 21. yüzyılın İstanbul'u, turist çekmek, kongre düzenlemek için seyirlik bir şehir olmaya hazırlanıyor. Yoksulların yaşadıkları mekânların yıkılarak alışveriş ve eğlence merkezlerinin yapılması, eski mahallelerin turistik bölgelere dönüştürülmesi, kent içi yaşamın paralı kesimlere hitap ederek hayat pahalılığına dayanamayan eski İstanbulluların 'iç şehri' terke zorlanmasıyla, İstanbul 1453'ten bu yana en çarpıcı toplumsal ve mimari dönüşüme gebe. İstanbul'un sınırlarını surlar gibi çevreleyen beton siteler ise, başka şehirlerin tecrübesine bakılırsa, mahalle ve ailenin çözülüp cemaat yaşantısının yok olmasıyla, cürümün, yalnızlığın getirdiği sorunların, yıkıcı eylemlerin habercisi. Tüketilecek mamulmüş gibi pazarlanan, ulaşım gibi, çoktan çözümlenmiş olması gereken geçen yüzyılın sorunlarından öte ilerisini göremeyen, halkına değil, yatırımcıların kıstaslarını ölçü alarak rekabet eden şehirlerin yaşamla göbek bağı iplik kadar ince, piyasanın git-gelleri kadar belirsiz.

Gün gelir, Batı'da fabrikalar çürümeye terk edildiği gibi, bu yeni koca alışveriş merkezleri de başka mekânlarla birlikte boş kalabilir. Gün gelir, küresel ısınmaya karşı almaya zorlanacağımız acil tedbirlerle, terör korkusuyla, ya da yeni teknolojilerle, turizm anlayışımız, alışveriş âdetlerimiz değişir. Turistler evlerinde kalır. Hayalet mekânlar oluşur.

Amaç, şehirlerimizi dünyada değişen koşullara duyarlı, yerli, yabancı, herkes için yaşanabilir kılmak. Şehirlerin sürekliliği ancak, okuluyla, hastanesiyle, herkesin cebine uygun yaşam kalitesiyle, yüzyılımızın gereksinmelerine uygun yeni iş alanlarının yaratılmasıyla mümkün.

21. yüzyılda sorun, geçen yüzyılın hatalarını tekrarlayarak, otomobillere yeni yollar, köprüler yapmak değil, şehirleri otomobillerden kurtarmak. Şehirleri lunapark gibi aydınlatıp şenlendirmek değil, ışıklandırmanın, ısınmanın enerjisini doğa dostu kaynaklardan sağlayacak yatırımlara yönelmek. Öncelik, betonlaşmış şehirlerimize ağaç, çiçek dikip sulamak değil, kaynaklarını kuruttuğumuz, atıklarımızla zehirlediğimiz sularımıza sahip çıkmak. İstanbullular için düşünülmeyen bir İstanbul'u, uluslararası şehir yatırım borsasına mahkûm kılmayalım." Gündüz Vassaf
Resim: Chasedbyghosts2 - Ali Cabbar