12.28.2007


yine şu lahzada -bünyede nadir görülen- baş ağrıları ile kendini gösteren proje ya da yerel söyleyişle karın ağrısı illeti ile dertleniyoruz. göçüp giden bellekler toplumsal olmasa da kişisel hafızamın ne kadar yedeksiz olduğunu gösteriyor. kim buna reva? ben mi? hiç sanmıyorum. kalıcı olmak istemiyorum, geçmek istiyorum!

12.22.2007

ex-next


sular çekilince, yine kocaman cüssemle küçük dünyamda beliriverdim...
(Foto: louline.deviantart.com)

12.09.2007


"Uzun süredir ABD'de yaşayan, misafirliğe gittiğim bir arkadaşım, ikinci günün sonunda uyarmıştı beni: "Bak bu yaptığın ayıp sayılır, kimseye selam vermiyorsun, asık suratla dolaşıyorsun, hiç değilse apartmanın asansör, koridorunda karşılaştığın insanlara bir 'Hi' de!"
Polisten hep korkmak, trafikte hakkını aramak için saygısız canavarlara dönüşmek, devlet memuru karşısında bir hiç olduğunu düşünmek, tezgâhtar ya da garsonlara karşı 'Nasılsa kaba davranacaklar' kaygısıyla hep gardını almak, stresi 'hayatın gıdası' diye yorumlamak, kapı komşun bile olsa yabancılara selam vermemek, yabancı olduğunun sürekli hissettirilmesine katlanmak, parayı değerini fark etmeksizin harcamak diye başlayıp uzayacak bir 'bozukluk' listesi mümkün bu şehirde.
Bir dostum, 10 yılı aşan Moskova macerasını noktaladı geçenlerde. "Bu şehrin insan üzerinde yarattığı tahribat çok fazla. Sürekli korkarak, çekinerek, güvensiz, saygısız ortamda yaşamak bozuyor insanı. Sistem sana kendini hep suçlu gibi hissetiriyor. Çocuğumun bu şartlarda büyümesine gönlüm el vermiyor" dedi. Ve ailesini de aldı, çook uzak ve sıcak iklimlerde bir yere attı kapağı. O giderken arkasından çok kişi "Yaptığı delilik!" dedi. Şimdi düşünüyorum. Bu şehri terk etmek mi delilik yoksa kalmak mı?" Suat Taşpınar

12.08.2007



"Etek sarı sen etekten sarısan sarısan
Etek sarı sen etekten sarısan sarısan
Kurban olam Bey dağının karısan karısan
Kurban olam Bey dağının karısan karısan
Sordum soruşturdum kimin yarisen yarisen
Sordum sual ettim kimin yarisen yarisen
Ben sormadan dolu gibi döküliy
Ben sordukça gözlerimden yaş geliy le le yaş geliy, vay
Bir gömlek diktirdim kolu düğmeli düğmeli
Bir gömlek diktirdim kolu düğmeli düğmeli
Herkes kaderine boyun eğmeli le le"

11.24.2007

rendım

kopi peystlerle köşe yazılarını dolduran salak yazarlar gibi hissediyorum, cepten yiyorum. kısaca bu aralar her söylediğinize "aa ben de!" "sen onu bana sor" "asıl ben..." gibi sinir bozucu tepkiler veren sinir bozucu insanların durumu, şarkı türkü şansonlarla benim aramda yaşanıyor. kısaca olmadı ama.





"You fight like the night
Weakness is my guide
I’m walking a dark road
I’m running out of time
I don’t want to die
I love your eyes
They show me above all
Show me I’m loveable " Malcolm Middleton

11.21.2007

b e n ö c ü y ü m


halo, itzbinelongtaym. hakikaten çok uzun zaman oldu. içimdeki iris ve bilimum yaşanmışlık kırıntılarını anlaşılabilemez bir biçimde metafor manyağı yapmayalı epey zaman oldu. aslında yazdığım yarım bıraktığım binlerce yazı var da günyüzüne çıkabilitesi pek olası değil. içimdeki o eski güzelliklerin öldüğüne inandırdığımdan mıdır yoksa birinin bizi gözetlediğinden midir bilmiyorum yazasım çizesim gelmiyor. ama bugün yılın en kötü günlerinden birini yaşamakta olduğumu hissettiğimden midir bilmem. arsız arkadaşlar gibi sana geldim işte.

"Oh sister, come for me
Embrace me, assure me
Hey sister, I feel it too
Sweet sister, just feel me
I'm trembling, you heal me
Hey sister, I feel it too" Depeche Mode

Lakin içim dışım sağım solumdaki sesleri kendi mikrokozmozumda yaşanan sıcak gelişmelerden dolayı duyamamaktayım. kim ne demiş, kim kimi sevmiş, kim kime giydirmiş, kim neye niyetlenmiş artık benim algı sınırlarımı aşan bir vaziyette; etrafta vızırdayan insanlar var. artık görmek istediğimi göremiyorum. duymak istediğimi duyamıyorum. sadece vızırdamaları duyuyorum. işin fena tarafı da pasifloralanmış bir vaziyette etrafta salınıyorum. dışı gülen içi kan ağlayan türkan şoraylamalarımdan gına geldi. ama iyi değilim bu aralar. dillendirememenin getirdiği iç sıkıntısı, ancak ve ancak vücudumu suçlayabileceğim bir uyku hali, ben ilerlemediğim için ilerlemeyen büyük projelerim, iş yaşantısının gerçek yüzü, modern şehir zımbırtıları, "zorttink is allak bullak" durumlu feysbuh kimsecikleri, histerik ülkesel saçmalamalar. normalleşme isteğinin artık anormal ve hatta paranormal karşılandığı bir şehir devleti. gerçi türk rüyasını yaşatmama engel olan herkese müteşekkirim. orası ayrı. ama insan kendini değersiz, biçare gördü mü her şey sıfırdan başlıyor. sizi gerçek hyatt regency'de poke'leyecek real turkish arkadaşlarınız olmadığından kelli bir itenek, onu geçtim düşmenizi engelleyecek bir takoz refakatçiniz olmadı mı her şey daha da beter oluyor. ne dışarı çıkmaya, ne manitasallaşmaya-halihazırda varolsa da- ne de erdemli kalmaya takatiniz kalıyor. şimdi boşlukta sen salınırken ben de yarın yeni işime hazır gidebilmek için uyuyayım biraz. sözü de izlediğim tek-şimdilik- bergman filminden bir ehlikeyfe bırakayım. "gün nasıl başlarsa başlasın gece her zaman hüzün ve kederle biter." the virgin spring

11.17.2007


"İstanbul, 2010'da Avrupa'nın kültür başkenti mi olacak? Nasıl olacak? İstanbul denildiği zaman nereleri anlıyoruz? Yenibosna İstanbul'da mı? Avcılar İstanbul'un içi mi? Hadımköy'de oturan İstanbullular yılda kaç kez denizi görebiliyor? Neyse, uzun lafın kısası Boğaz kıyısı ve birkaç kilit nokta dışında İstanbul, kimse kusura bakmasın, hani bizim dost ve kardeş ülkemiz Pakistan var ya... Hani darbenin bile darbesi olan ülke, diktatörler tarafından dürtülen ülke Pakistan var ya... İşte İstanbul'un herhangi bir Pakistan şehrinden farkı yok. İstediği kadar Haliç olsun, Boğaz olsun, ada Moda olsun. Yok işte. Şehrin ocağına incir ağacı dikmişiz. Hem de yoğurtlusundan. Ocakla da kalsak iyi. Koskoca şehirde yeşil alanların, beton alanlara oranı diye bir sayıdan bile bahsedemiyoruz. En son ne zaman 30-40 tane ağacı bir arada gördünüz? Hepinizi Maslak'a bekliyorum. Mashattan adı altında birtakım beton kuleler yapılıyor. İnsanlar buralarda oturmak için deli gibi paralar veriyor. Ya, Maslak'ta köpek bağlasan durmuyor, millet milyarları dayıyor. Neden? Çünkü Türkiye'de emlak çok büyük yatırım. Tek neden bu da değildir herhalde. Ya o Manhattan denen yerin bile biraz yakınlarında Central Park diye dev boy bir park var.
'Yeşilimizi bize verin ulan!' diye bağırmak istiyorum. Öncelikle Karadenizli tüm müteahhitlere, ardından 80'li yıllardan itibaren gecekondu belasını ve yamuk kentleşmeyi başımıza saran rahmetliye buradan sevgilerimi yolluyorum. Ya, cennetin tasvirinde bile ağaç, nehir var. Güzelliklerin hepsi doğada. Hiçbir kutsal kitapta 'Cennet öyle bir yerdir ki, oradaki dağların hepsini siyanürle zehirlidir. Denizi asit gibidir. Meyveleri hormonlu, tabiatı leş gibidir' yazmaz. Yani diyorum ki zaten cennet yaratmak zor bir şey değil. Hatta cennet gibi yerler yaratmak için bir şey yapmak gerekmiyor. Tam tersine hiçbir şey yapmamak, yeşile dokunmamak gerekiyor. Peki neden dokunuyoruz gibi gerzekçe bir şey sorayım mı? Yok canım, para için olduğunu hepimiz biliyoruz. " Kaan Sezyum

11.12.2007



ben: rölöve'ye girmiom:)
S.: :)
ne diyim, yoldaşımsın aslında.. :)
ben: bizden bi s.km olmaz mı sence?
S.: bence ne bir s.k, ne amc.k olur bizden sıçayım ya napalım ölelim mi yaa
ben: :)
allah belani ya...

10.21.2007

this modern life

İnsanın kendisini haybeden bir umut için ömrünü heba etmesi koymuyor da umudu olanın umudunun umurunda olmaması koyuyor... o zaman süper kürklü hayvanlardan gelsin "...you've got to tolerate all those people that you hate i'm not in love with you but i won't hold that against you..."

10.14.2007

belki de değil?


istanbul ankara istanbul ankara istanbul çanakkale edremit denizli muğla denizli istanbul mardin hasankeyf mardin diyarbekir nemrut şanlıurfa harran halfeti şanlıurfa mardin ankara istanbul ankara. yarın yine istanbul. yine köşe bucaktan köşe beğen dur. gitmek için gidilen, görmek için görülen, sevmek için varılan destinasyonlardan sonra yine sabit bir noktada zabitliğe başlayacak olmanın getirdiği derin elem ve keder -ikisi aynı şey mi?- içindeyim. içindeyiz belki de. -think that pain belongs to you but it happens to us all -dido-bilmiyorum uzaktan romantik bi şekilde yazınca afili duruyor. ama içindeyken mal gibi evet aynen mal gibi koşuşturuyorsun. şu aptal romantik yazılardan yazmıyayım diyorum. hani gidişat o yönde ya. aslında yaşantıma -çirkin artifikıl türkçe kelime- verdiğim istikamet şu yazıya yön verme gayretim kadar abuk. esasında "romantik" mimarlık eserleriyle aram o kadar fena değil ama bu husus dile yüze göze dökülünce benim sinirlerim zıplıo. romantizm insan doğasına aykırı. ya da biz onu çok pislettik belki de. yahu biz ne? başka bir çoğul şahıs yok mu? of çok sıkıldım şu muhabbetten. bir dalda tutunamıyorum zaten. emokid olmak için de az saçlıyım-yunov vataymiyn- bitsin bu yazı. bit.

10.11.2007

gerizekalılaştıramadıklarınızdan mıyız?

"Los Angeles'ten özel jet uçağıyla İstanbul'a gelecek olan Costner, İstanbul'da Ayasofya'yı, Sultanahmet'i ve Topkapı Palas'ı gezecek. " Sabah

10.03.2007

geçmiş zaman alır ki!

yine kara karargah'ıma geri dönüyorum. esasında yazıp bozduğum neşriyatı dizsem burdan köye yol olur lakin konumuz dili geçmişler değil. konumuz şu an. zaten bu aptal yazıları neden yazıyorum muhasebesini yapmamakla öğünürken bi anlık düşünceyle bu kadar uzak kaldım. bi de tabii artık yalnız olmadığımı üç beş yedi kişinin yazılarımı takip ettiğini düşünmek beni biraz sitreze sokuyor. yani esastan samimi olduğum bir ortamda, aman onun ekmeğine yağ sürmiyeyim aman şunu hazır olda bekliyeyim gibi hezeyanlarla samimiyetsizliğe dönüştürmek istemedim. bir arkadaşım neden benden bahsetmiyorsun dedi bir keresinde mesela. nasıl yani? diyemiyorsunuz ki. ben bambaşka bir hayat yaşıyorum. sen bugüne kadar bir yalanı yaşamışsın mı diyeyim. neyse artık diyebilirim. insanlar işte. zahiri ile gerçek hayat arasındaki dengede bir o yana bir bu yana yatıp şaşırmış halde debeleniyorlar. sonra şu (evet şu) zahiri alemde yarattıkları poş spays, castduit, ya da xyz'nın en azılı hayranı imajlarının gerçekle yakından uzaktan alakası olmadığını gördüklerinde yaşadıkları içsel dilemmaları size yansıtmaları, yumurtadan çıkıp kabuk seçmeleri, kendi boklarının yaydığı kesif kokulardan rahatsız olmalarını bir yana bırakıyorum sizi de beğenmez oluyorlar. burada birine kesin geçirdim ama kime acep. perihan mağdem yazıyor ben de yazarım. bakınız belki de blog tarihinde ilk kez bir paragraf başı yaptım. çünkü bu konuyu uzatmaya niyetim yok, sakin ihtirassız hayatımdan devam etmek niyetindeyim. evet, kimlerle başlıyoruz? nereden başlıyoruz? sevgili bloguma longtaymnosi kadar uzağım. nerede o sadece o ve benim olduğumuz boşluklar. bir kitapta okumuştum. şöyle diyordu. iyi de olsa kötü de olsa bütün hatıralar acı verir. e doğru diyorsun be kadın diye içinden geçiriyorsun. bu aralar ecnebi memleketindeki ikametimi özlüyorum. artık ne insanlarla konuşma takatini kendimde bulabiliyorum ne de elimdekilerin kıymetini idrak edebiliyorum. İftar açgözlülüğüyle sipariş edip yiyemediğim yemekler, gerçekten çok çok sevip, onlar için çok üzüldüğüm ama hiç belli edemediğim ailem, asla best friyends forevır olamayacağım bir gün hepsinin beni terketmesini beklediğim sevgili arkadaşlarım, arkadaş olmak isteyip asla kıvamı tutturamadığım değerli insanlar, boşuna harcanmış nakit ve plastik paralar. her şey gözümün önünden geçemiyor şimdi. esasında gün içinde düşündüklerimi bir kenara not edip yazına döksem pek de fena olmaz. bu hususta kendime güveniyorum. belediyecilik benim işim değil çünkü benim işim burda kendimi anlatmak.

9.19.2007

"löbeljikanpuvan"


" ...Sokakta da durum farksız. Flaman bilgisayarcı Freddy Hoevelen, "Belçika frangı tarih oldu. Milli futbol takımımız hiçbir maçı kazanamıyor. Kral, siyasileri bir arada tutamıyor. Boşanma vakti geldi" dedi. Flamanlarla Valonların 'boşanması' yabancı basının da gündeminde. The Economist 'Artık günü belirleme vakti. Belçika diye bir yer olmasaydı, kimse onu icat etmeye kalkar mıydı ' yorumunu yaptı. " Radikal

8.25.2007

nansens


yaz sil yaz sil yaz sil... ve yaz yazmadan biter.

8.24.2007

herkes farklı, herkes çeşit


""Türban konusunda çok hassassınız, biliyorum" diyen bir mail geldi. Hayır, türban konusunda hassas değilim, özel bir hassasiyet geliştirecek sebebim olmadı. Ailemde türbanlı kimse yok, hayatımda hiç tesettürlü biriyle arkadaşlık etmedim. Başörtüsü yüzünden mağdur olma, okuyamama, son dönemde bir de evlenememe... gibi sorunları birinci ağızdan dinlemişliğim bile yok. Sadece bu ülkede yaşıyorum ve ortalama IQ'lu sıradan bir insanım. Atla deve değil, iki gıdım empati o kadar da zor olmamalı. " Nur Çintay A.

7.13.2007

dont taç onli voç?

"Dünyayı güç ilişkilerinden ibaret görenlerin, hayatı güç ilişkileriyle okuyanların insanlığa reva gördüğü manzarayı üzülerek izliyoruz. Hukuksuz savaşlar, işgaller, acılar, gözyaşları, yoksulluklar ve kirlilikler. Oysa uygarlığın esas kriteri, esas kudreti ve esas güç, insani erdemlerin yüceltilmesi ve insan ruhunun zenginleşmesi olmalıdır. Bugün insana ait bütün kadim değerleri ayakta tutanlar, dünün ve bugünün sanatçılarıdır, insanlığın kültür mirasıdır." R.T.Erdoğan

6.30.2007

ehlileştiremediklerinizden miyim?


"...The book of love is long and boring and written very long ago
It's full of flowers and heart-shaped boxes and things we're all too young to know
but I love it when you give me things and you you ought to give me wedding rings..." The Magnetic Fields


6.17.2007

yap-pislet-devret


"21. yüzyılda İstanbul dünya imparatorluklarının başkenti. Yapıldıkça yıkılan, yıkıldıkça yapılan İstanbul. Doğasıyla, insanlarıyla, kâh uyumlu, kâh kavgalı. Kiminin saldırısıyla yıkılmış, kiminin ihmalinden çökmüş. 2 bin yıldır kesintisiz birilerinin yaşadığı, dünyanın en eski şehirlerinden. Buraya ilk yerleşildiğinde dünyamızda şehirlerde yaşamak ayrıcalık idi. Bugün dünya nufusunun yarısından çoğu şehirlerde yaşıyor. Şehirlerde yaşamak artık ayrıcalık değil kaçınılmaz.

Ölçüsüz sanayileşme çılgınlığımızla, uygarlığın beşiği bildiğimiz şehirlerimiz, topraklarından kopartılan sokağa mahkûm ettiklerimizle, sefaletin, isyanların mekânı oldu. Parası olan şehir dışına kaçtı, parasız olan şehre akın etti. Bugün de Asya'da, Afrika'da, Güney Amerika'da milyonlarca çaresizin mekânı olan şehirler, insan merkezli olmayan egemen düzenin kaçınılmaz sonuçları. Bu gidişe dur demek için Moskova, İstanbul gibi şehirlere girişleri pasaportla denetlemeyi düşünenler bile var.

Başka bir yol, büyük yatırımlarla şehirlerin yapısını değiştirmek. 21. yüzyılın İstanbul'u, turist çekmek, kongre düzenlemek için seyirlik bir şehir olmaya hazırlanıyor. Yoksulların yaşadıkları mekânların yıkılarak alışveriş ve eğlence merkezlerinin yapılması, eski mahallelerin turistik bölgelere dönüştürülmesi, kent içi yaşamın paralı kesimlere hitap ederek hayat pahalılığına dayanamayan eski İstanbulluların 'iç şehri' terke zorlanmasıyla, İstanbul 1453'ten bu yana en çarpıcı toplumsal ve mimari dönüşüme gebe. İstanbul'un sınırlarını surlar gibi çevreleyen beton siteler ise, başka şehirlerin tecrübesine bakılırsa, mahalle ve ailenin çözülüp cemaat yaşantısının yok olmasıyla, cürümün, yalnızlığın getirdiği sorunların, yıkıcı eylemlerin habercisi. Tüketilecek mamulmüş gibi pazarlanan, ulaşım gibi, çoktan çözümlenmiş olması gereken geçen yüzyılın sorunlarından öte ilerisini göremeyen, halkına değil, yatırımcıların kıstaslarını ölçü alarak rekabet eden şehirlerin yaşamla göbek bağı iplik kadar ince, piyasanın git-gelleri kadar belirsiz.

Gün gelir, Batı'da fabrikalar çürümeye terk edildiği gibi, bu yeni koca alışveriş merkezleri de başka mekânlarla birlikte boş kalabilir. Gün gelir, küresel ısınmaya karşı almaya zorlanacağımız acil tedbirlerle, terör korkusuyla, ya da yeni teknolojilerle, turizm anlayışımız, alışveriş âdetlerimiz değişir. Turistler evlerinde kalır. Hayalet mekânlar oluşur.

Amaç, şehirlerimizi dünyada değişen koşullara duyarlı, yerli, yabancı, herkes için yaşanabilir kılmak. Şehirlerin sürekliliği ancak, okuluyla, hastanesiyle, herkesin cebine uygun yaşam kalitesiyle, yüzyılımızın gereksinmelerine uygun yeni iş alanlarının yaratılmasıyla mümkün.

21. yüzyılda sorun, geçen yüzyılın hatalarını tekrarlayarak, otomobillere yeni yollar, köprüler yapmak değil, şehirleri otomobillerden kurtarmak. Şehirleri lunapark gibi aydınlatıp şenlendirmek değil, ışıklandırmanın, ısınmanın enerjisini doğa dostu kaynaklardan sağlayacak yatırımlara yönelmek. Öncelik, betonlaşmış şehirlerimize ağaç, çiçek dikip sulamak değil, kaynaklarını kuruttuğumuz, atıklarımızla zehirlediğimiz sularımıza sahip çıkmak. İstanbullular için düşünülmeyen bir İstanbul'u, uluslararası şehir yatırım borsasına mahkûm kılmayalım." Gündüz Vassaf
Resim: Chasedbyghosts2 - Ali Cabbar

6.07.2007


işte yine ankara hanesine koşar adımlarla ve de müteheyyiç geldik. insanın kendini dinlemesi için iyi bir fırsat elbet. istanbul'daki göçebe hayatımı niyahete erdirmeye ramak kaldı. artık -umarım- ben de "huzur"u bulabileceğim. lakin huzur denilen meret öyle yaman ki, istanbul coğrafyasında nasıl bir topografyaya yerleştiğinizden arkadaşlarınızla olan uzak-yakınlık mesafesine, "bina bilgisi 1" kurallarıdan gün ışığına, iki nokta arasındaki en yakın mesafelerden psikolojik savaşlara kadar etkili oluyor. evet neyse konuyu buğulandırmadan hohhohlamadan karne hediyemi istiyorum. bir adet konut. bi de insanları hayal kırıklığına uğratmamak-bu hususta sütten ağzımın yanışını hazin bir şekilde izledim- bi de. bi de bi de. zaten bitmez senin isteklerin. mardin'e de gitmek istiyorum. fas'a da. seneye italya, belçika, isveç turu yapacağıma kesin gözüyle de bakıyorum, ürdün de staj yapacağıma da. fransızcayı sökeceğime de. sonra iyi bir mimar olacağıma da inanıyorum. mutlu olacağıma da. beni sevicek bi patronum olacağını da düşünüyorum. halbuki ne saçma şeyler bunlar. bugün allah için ne yaptın diye sorsan yarınım için ne yaptın diye sorsan bana boşluk sana nah yaparım. istanbul ankara yolunda otbis tevesinde çıkan o maskeli başları görüp göz devirmek, empeüç dinlemekten başka ne yaptın, okuyacağım diyip getirdiğin tuğla gibi kitapların içi acımadı mı yolculukta? anca fırıldak bakışlar. gözleri kapalı olarak yaşamanın kolay olduğunu her geçen gün daha iyi idrak etmekten başka bugünden kar kalan bir şey yok. trendleri takip etmek, müzik dinlemek, para harcamak, "o"nun orada olmasını dilemek, anneye oflamak, senden olmayanı küçümsemek, sora gelip burda günah çıkarmaktan başka ne boka yarıosun? yarının için ne yaptın? bugün kendimi çok küçük, çok yavan hissediyorum. belki değilimdir. kurtlar sofrasında avarajın üstünde bi yerde olduğumu biliyorum ama bilmek ile hissetmek aynı şey değil. bugüne değin insanlarda şunu gözlemledim. kendini satmak, ne pahasına olursa olsun. boyalı küplerle konuşmak, onlara vurduğunuzda çıkan tınn seslerini bertaraf etmek için çırpınışlarını izlemek, ya da tam tersi tınnn sesleriyle gurur duymalarını seyretmek. insan da ayrı bi şerefsiz, hayatın anlamını hayatın içindeyken değil, dinlenirken sorguluyor. bu da bi ayrı bi mesai. aman yok. bugüne kadar yaşadığım tüm formatsızlıklardan, hayalkırıklıklarından, yanlış anlaşılmalardan, küstahlıklarımdan arınmak istiyorum. arın da gel.

5.27.2007


"Amerikalı bilim adamları, beynin ilk aşkı asla unutmadığını söyledi. K. D. Ü. psikologlarından N. K., yaptıkları 14 yıllık bir araştırma sonucunda, ilk aşka ait hatıraların bağımlılık yaratan ilaç veya uyuşturuculardan bile daha etkili olduğunu açıkladı. İlk aşka ait hatıraların beyne kazındığını belirten K., bu anıların kontrol edilmemesi halinde, evliliklerin dağılması, ve kronik yalnızlık gibi yıkıcı sonuçların yaşanabileceği uyarısında bulundu... Kalish, ilk aşkı unutmanın insanın gücünü aşan bir fenomen olduğunu da belirtti." Sabah
Fotoğraf: www.lesoir.be

5.23.2007

"...Genç Siviller'den gönüllerince bir cumhuriyet tarifi alsak? En çok özlemini çektiğimiz şey, tüm halkın katılımıyla yeni ve tam anlamıyla sivil bir anayasa hazırlanması. Darbecilerin yargılandığı, Yüksek Öğrenim Kanunu'nun kurumuyla beraber kaldırıldığı, üniversitelerin özgür olduğu, gençlerin düşmana karşı bir korkuluk olarak görülmediği, tek boy ve tek tip keresteler üretir gibi yetiştirilmediği bir ülke düşlüyoruz. Gençliğin iktidar söylemlerini koklamadığı, iktidar kimdeyse onun tarafında konumlanmadığı, tüm dünyada olduğu gibi, cesaretle farklı ve yeni şeyler söyleyebildiği bir cumhuriyet istiyoruz. Türkiye'de gençliğin şu an bildiği tek şey, zaten kendini korumaktan aciz olan siyaseti eleştirmek. Oysa ortada başka daha büyük iktidar odakları, hegemonik söylemler ve tekeller var. Önemli olan cesaret edip onlara karşı bir şeyler söyleyebilmek. Genç Siviller olarak hepimizin öyküleri, geçmişleri birbirinden farklı ama ortak ahlaki ve siyasi ilkelerde buluşuyoruz. Türkiye'de çözülmeyi bekleyen o kadar yakıcı problemler var ki... Kürt sorununa veya Hrant Dink cinayetine bakarken solcu olsanız ne olur, İslamcı, muhafazakâr veya liberal olsanız ne olur? Biz öncelikle vicdanımızın peşinden gidiyoruz, 'vicdani siyaset' yapıyoruz. Eğer ezilen karşısında içinde gerçekten acı hissedebiliyorsan vicdanlısın demektir, gençlik de böyle olmalı bizce." Radikal

5.21.2007


"zaman ilaç değil, zaman çürütücü, gülmek, gülmek mümkün mü?" Aydilge

sağda solda dirlik


eveet. bugün oy kullanma hakkımı ellerime aldım. kısa ve yorucu bir yolculuktan sonra bağlı bulunduğum mahallenin sosyetik/üst orta gelir grubu/bilinçakan insanlarının doluşturduğu bir kalabalıkta beklemek zorunda kaldım. insanlar ne garip. bilinç akıyor akmasına da. sanki "başına güneş mi geçti ne oldu sana" diye bağırasım geliyor içimden onlara. dışarıda kendileme alanına mitinglerde bile giremeyeceğiniz bir kimse çaresizce form doldurmaya çalışıyor. amarıka'da mastır yapmış, şu anda üst düzey yönetici olduğundan yüzde seksen arsız olduğum eli palm tutan bir plaza kimsesi dönüp hangi ilçede yaşadığını soruyor, dahası var en büyük derdi saçlarındaki beyazlıklar olduğunu tahmin ettiğim evlilik sonrası koyvermişliğiyle kilo manyağı olmuş teyzenin sorusu hangi ilde yaşadığımızdı. istanbul yazacağız di mi bu kısma diye çaresizce bana döndü. "elalem deliye biz akıllıya muhtaç" isimli son derece benmerkezcil gıcık sözü dillendirmek için sinsi bir fırsat daha. eller oğuşturulsun. sosyetik cumhuriyet kadın muhtarımız ise o plaza insanına he cağnım he yavrum dedikçe genç adamın kaale alınmaması neyin kendimi ezilenlerin sosyalist platformunda gibin hissetmeme yol açtı. ohh nası oluomuş sen ki bizi sokaklarda görmüyorsun demedim tabii ki. ona içten bi sempati duydum hatta bi ara empati yapsam mı die bile düşündüm. yani bu şey gibi. hani televizyonda savaşlar, binbir çeşit afetler görüp bir damla gözyaşı döküp sonra çay demlemeye gitmemiz gibi. vicdanımız iki damlaya tav oluyor. yoksa bugün allah için ne yaptım? hiç. neyse konuyu saptırmamak lazım. öyle işte. çok çılgın bi mahallede oturuyor görünüyorum. halbuki benim şu anda bulunduğum yokuş türkiye mozaği/ebrusu/frizi. zenciler, çingeneler, çarşaflılar, araplar, kafası aydın kimseler, liseliler, turistler, yokuşta her nasılsa top oynayabilen çocuklar, sepetle yumurta ekmek çeken ev hanımları, çıkmalar, eklektisizm, çan sesi, ezan sesi, yakında uzan sesi-seviyesiz espri-, boğaz, bize bakıp iki apartman arası ancak nası huzur bulunabileceğini gösteren mezar taşları, güzelim mermer çeşmeler. ve işin en ilginç yani bu serüven/biristanbulmasalı/istanbulşahidimdir/anlatistanbul sadece iki üç dakikalık bir yuvarlanışın neticesi. eğer bakmak istesek çok görebiliriz o zaman. geldiğim bozkırlarda böylesini görmemiştim ama oranın bana verdiği bir güzellik bu alışabilme, adapte olabilme, katlanabilme dürtüsü. neyse susar mısın ağıraksak? bugün magazinden bahsetmeyi planlıyordun bak yine romantik isyankarlaştın sonlara doğru. hepimiz bu tumturaklı lafların çizim yapmamaya yönelik küçük hareketler olduğunu biliyoruz. şimdi ona kadar sayıcam ve yavaşça ellerini o klavyeden çekiceksin. yok yok bi elim otoketi açarken diğer elim de diğer doğramasız pencereleri kapatıcek! ha-zır-mı-sın?
hamiş: ankara seni özledim.

5.17.2007

slm nbr kibbb


az kaldı, yapabilirim, daha iyisi olabilecekti (future "perfect" simple) ama yine de yapabilirim. şu lahza sadece son model bi dumaybest istiyorum. bi de öksürüğüm/aksırığım için bi zencefil-bal-süt trajedi dans üçlüsü, bir çay bardağı ıhlamur, bir tutam sevgi, suzanna tomaroo ohş ağıraksak sapıt! Tamam derin nefes alıyoruz... Son olarak içinde bulunduğumuz ahval(haller-en arabe) ve şerait(şartlar-aussi en arabe-) içine cuk diye oturacak bir perihan mağden cümlesi oturtmak istiyorum. "ben düşünmenin suç olmadığı bir ülkede yaşamak istiyorum."

5.14.2007

itham ediyorum!

"...Ama 'yarabbi şükür' lafını niye kullandın diyenlere çok kızıyorum. Bazıları burayı, yaşadığı yeri reddediyor ya! Sen hiç mi kullanmadın sanki 'yarabbi şükür' lafını hayatında? Tamamen Batı özentisi birtakım insanlar yaşıyor burada, onlar için bazı şeyler çok 'banal' oluyor. 'Körebe' albümünü yaparken 'bağlama mı, darbuka mı?' diyenlerle şimdi 'yarabbi şükür mü?' diyenler aynı insanlar. Onları kaale almıyorum, ama nasıl olur da böyle bir şeye kızabilirler diye şaşırıyorum. " Göksel

halka ve olaylara mütercim

"14 Mayıs 1950'de yapılan seçimlerle Türkiye'de tek parti yönetimi son erdi ve çok partili hayata geçildi. İşte o günden beri rahat yüzü görmedik. Halk meclisleri doldurdu, vatandaş Meclis'e giremedi, Reşolar Memolar memleketi yönetmeye kalktılar, her kafadan bir ses çıktı. O tek doğru partiyi kendi başlarına bulabilmeleri için halkın önüne defalarca sandık kondu, şaşırtmaca için çok sayıda seçenek sunuldu. Ancak her defasında 'bu halkı boş bırakırsan ya davulcuya varır ya zurnacıya' sözünü haklı çıkaran sonuçlar ortaya çıktı. Demokrasi bize beş beden büyük geldi. İşte bu yüzden bizim şimdilik layığımız bir Tek Parti rejimidir. Tek Parti kalsaydı, o parti de iktidara gelmesi meşru tek parti olan CHP olsaydı başımız ağırmaz, bu sıkıntıları, darbeleri, muhtıraları yaşamazdık, darbe mi olacak diye her gece boşuna gerilmezdik, istikrar olurdu, iş dünyası da önünü görürdü... Baykal'ın konuşmalarından niyet okuması yaptık ve buna göre CHP için bir Anayasa değişikliği paketi hazırladık. "-Saltanat geri gelsin. Sezer'in oğlu cumhurbaşkanı olsun. 3 CHP oyu 1 AKP oyunu götürsün. CHP'ye verilen oylar 5, AKP'ye verilen oylar yarım sayılsın. Anayasa Mahkemesi dağıtılsın, Kanadoğlu BAŞKADI ilan edilsin. Göbeğini kaşıyan adamların oy hakkı olmasın. Tespit için Bekir Coşkun yetkilendirilsin. Tandoğan ve Çağlayan mitingleri Halk Konsülü olsun, ayda bir toplansın. CHP seçimlere girsin. Kazanamazsa seçimler tekrarlansın. Halk Cumhurbaşkanı'nı değil, Cumhurbaşkanı halkı seçsin." www.gencsiviller.net

5.08.2007

nerden kalma?

"K. G. Osmanlı'dan kalma bir evde yaşıyor Ünlü caz piyanisti K. G., Emirgan'daki muhteşem evinin kapılarını 'H. A.' dergisinin son sayısına açtı. 1850'de inşa edilen evden artık G.'in piyanosunun sesi yükseliyor.. İ. C. C.'ın sahibi olan ünlü caz sanatçısı K. G., Emirgan'daki eski bir Osmanlı evinde eşi P. Hanım ve 7 yaşındaki kızı N. ile birlikte yaşıyor. 10 yılda 7 kez ev değiştiren G. ailesi, 1850 yılında yapılmış bu evi 3-4 kuşak sonraki varislerinden satın almış. Evi aldıktan sonra tadilat işlerine start veren ünlü sanatçı, evi yıkıp tekrar yaptıklarını ve dış cepheyi de ahşapla kapladıklarını ifade etti. Yaklaşık 5 aydır bu tarih kokan evde hayatlarını sürdüren G. Ailesi, baharın gelişiyle birlikte bahçenin de tadını doyasıya çıkarıyor. G., 4 katlı ve 480 metrekare kullanım alanına sahip evin restorasyonu için uzmanlardan yardım almış." Sabah

5.03.2007

bir kaç iyi adım


balansmanlı bir yüzyıl apartıman merdiveninin kovasından dökülen şualar, mumların gölgeleri devleştirmesi, vapurda sarayburnu, piscam, b.'nun tatlı dırdırı, her yokuşun bir de çıkışının olması, kamerada takla atan çocuk, b.'dan utanç ve onun "yazında güveni", ankara'yı istiklal'de görmek ve şemsiyesiz güzelleşen yurda dönüş, 600 saniyenin yavan dakika hesabı, bi arkadaşın arkadaşının arkadaşım olma ihtimali, profilden aptal görünen insanlar, yakınlık uzaklık muhasebesi, mimariye âşık olup, bi çatıya mertek olamamak, toparlanamamanın kronik olduğuna inandıran pejmürde oda, yeni ayakkabı sevinci, bilerek birileriyle yavşaşmak ve self-tiksinti, e.'nin insana kattığı veremi bilirim bilirim, hiç bişeyin eskisi gibi olamama ihtimali, kendini kelimelerle ifade etmenin kifayetsizliği ve yazının icadı... hayatın dengesi...
tüm yaşayamadığım yaşanmışlıklarıma gitsin sıradaki şair. -gariplik kader değil lan gülmeyin lan-
"aşk teknolojik bir kelime
bu gece sana uğramayı düşünmüyorum
saadet diyorsun çünkü
saadet: bir kilide sokulan anahtar
ya açarın ya da kapatırsın." küçük iskender

4.30.2007























(Things are queer - Duane Michal)


"...hey gidi duyumuna yandığımın dünyası,

alıp vereceğin olacak ille,

aşk maşk buz gibi yaşayacaksın." Edip Cansever

4.28.2007

hepimiz karındeşeniz


"...Demokrasi bunu gerektirir: gider türbanıyla Çankaya'da oturur, resepsiyonlara, törenlere katılır, Türk Kadını'nı da balll gibi temsil eder... Laikçi hezeyanlar buna el vermiyor: Bu hakikatle yüzleşmeye; AMA bu topraklarda yaşayan kadınların yüzde altmışının BAŞI BAĞLI. Başörtüsüyle, yemeniyle, türbanla, şunla, bunla. Bizim kadınlarımız inançları gereği başlarını örtmek istiyorlarsa, elbette örteceklerdir.
Bir dinsiz olarak inançlı Müslümanların inançlarının gereğini yapmaları (namaz da kılarlar, başlarını da bağlarlar) beni zerre kadar germiyor da- Batı okullarından başka okul görmemiş, anneannesinin annesi dahi İstanbul'da doğmuş (coğrafi konum anlatılıyor) bir kadın olarak beni bu görüntü (türban) daraltmıyor da-Bu kasmayı/germeyi/gerdirmeyi, 'Bizim haklı yerimizi BUNLAR işgal ediyorlar' ruh halini (temelde yaşadıkları tam da bu! 'kültürel' 'sosyal' sandıkları bir sınıf 'didişmesi' zümre 'çekişmesi') abes buluyor da- ESAS MESELEme geliyorum: Bir nevi Kadın Düşmanlığı Çeşidi olduğunu da düşünmekteyim 'Türbanlı Kadın! Gözümüze Görünme!' krizlerinin. (Kitliceez seni evine!) ...
...Ben yalnızca esef duyarım onları YOK sayarak bunca etkin ve yetkin şahsiyetlerini görmezden gelerek yapılan bunca utandırıcı (DA) konuşma adına... Hakiki bir TEMSİL sorunundan söz edecekseniz de: 'Yüzde on'luk baraj tamamen antidemokratiktir' yazarken bizim gibi zibidiler, nasıl sağır, dilsiz, kör ve bakarkör takıldığınızı hatırlatmak isterim. Yaaaaa! 'Demokrasinin şu dilimi bana yarar; öbür dilimi gerer' diye bi 'şey' olmaz. Onun adı: dik-ta-tor-yaaaa." Perihan Mağden

so what?

eveet. bugün kendimle küçük bi oyun (dublaj türkçesi) oynayacağım. kendime hayattan bi ara sınav yapacağım. evet. başlıyoruz. istediğim sorudan başlayabilirim ve kağıdı dik kullanmak zorundayım! mimarlık nedir? ıı. üç boyutlu mekan yaratma sanatı? yemedi mi? kültürü kullanarak şey oluodu. şimdi kültür cepte. bunu yaratacağımız mekanlarda gösteriyorduk. tamam. hmf. o zaman ortaya ne çıkıo? şekillendiğimiz kültürde çevre verilerinden yararlanarak üç boyutlu mekan yaratma zanaati/sanatı. bana göre boşluk yaratma sanatı. bi de artizlik yapma. bi de kahrolma. arkadaş nedir? arkadaş bi siktir git ya dediğimizde siktir olup gitmicek kimseye denir. asmaz germez . çoğunlukla maldır. gözden uzak olunca bi denişik olur. kullanılmışlık hissiyle kıllandırmadıysa en temiz en güzel döneminizi yaşarsınız. ama her beşer parametreli alanda olduğu gibi mütemadi bir çizgi olmaz, sleş dat kom olur, kesit çizgisi olur, üstte kalan çıkma olur, olur da olur. toparlamak gerekirse ay niyd e frend oh ay nid e frend tu meyk mi hepi isimli garb şarkısında olduğu gibidir ama ama ama mutluluğun formülü çok açık değildir. osmanlıca nedir? eski türkçedir. ölü bir dil sayılmakla beraber başbuğğğlar ölmüyorsa neden ölsün bu haybrid/haybörd/hıyabirit güzel. şu an haftada iki kere ruhunu çağırma seansına katılıyorum. katılıyo muyum? bu başlıbaşına bi başlık. neyse osmanlıca diye bir şey yoktur. o zaman selçukluca da olması gerekir. osmanlıca, türkçenin arap ve fars dilinden haddinden fazla etkilenmesi/etkileşmesi(?) neticesinde oluşmuş bir lisandır. türkçe gramatiğine uyduğundan buna başka bir dil demek yanlış olur. osmanlıca konuş da dinleyelim demek yedi ölümcül günah içinde olsa olabilicek bir cürümdür. ebeveyn nedir? iyi bişeydir. gün aşırı sizi arar nedensiz bi şekilde hasta olup olmadığınızı, havaların nasıl olduğunu, derslerin nasıl olduğunu sorar sonra kaybolurlar. aybaşınız geldiğinizde hayatınızdaki kanamaya tampon ilaç olurlar. ekstre, fatura gibi iki boyutlu, cüzdan, çanta, dolap gibi üç boyutlu, aşk meşk gibi çok boyutlu meselelerle ilişiklikleri akıllara zarardır, zararlıdır. az görülünce çok sevilir, aranır; çok görülünce çok sıkılınır, çok sevilince çok hoyratlaşılır, çok sevince çok üzülünür. gönül nedir? herkeste olan bir organa eski çağlardan beri aşk, nefret, acıma ne menem emoğşın varsa anlam yüklenmesidir. (processing...) biz de babadan ne gördüysek o. başka bir gönülle muhabbet halindeyken, gidip gelirken, atıp dururken üzerine frajil etiketi yapıştırmak elzemdir. heyecan nedir? belki de diğer bütün duygulardan komplike, uzun sürmeyen o yüzden onbir ayın (sağdan sola yukarıdan aşağıya; muharrem, safer, rebiyyülevvel, rebiyüllahir, cemaziyelevvel, cemaziyelahir, recep, şaban, şevval, zilkade, zilhice) sultanı gibi her dem baştacı olan. yapayı pek yavan, doğalı da kırk yılda bir gerçekleşen doğa olayıdır. Cevap Anahtarı: mimarlık 1 . Mimar olma durumu, mimarın işi ve mesleği. 2 . Belirli ölçü ve kurallara göre yapılar yapma sanatı, mimari. arkadaş 1 . Birbirlerine karşı sevgi ve anlayış gösteren kimselerden her biri, yaren. 2 . Bir ortamda birlikte bulunanlardan her biri, hempa, refik Osmanlıca 1 . XIII-XX. yüzyıllar arasında Anadolu'da ve Osmanlı Devleti'nin yayıldığı bütün ülkelerde kullanılmış olan, Arapça ve Farsçanın etkisi altında kalan Türk dili. 2 . sıfat Bu dille yazılmış olan. ebeveyn Anne ve baba: gönül 1 . Sevgi, istek, düşünüş, anma, hatır vb. kalpte oluşan duyguların kaynağı: 2 . mecaz İstek, arzu heyecan 1 . Sevinç, korku, kızgınlık, üzüntü, kıskançlık, sevgi vb. sebeplerle ortaya çıkan güçlü ve geçici duygu durumu. 2 . felsefe Coşku. (Kaynak: www.tdk.gov.tr)

4.25.2007


sizi sevmek zorunda olmadığımı bilseniz keşke.

4.24.2007

yüzüne de söylerim canım! söyledim hatta!


“iki kişi arasında geçen sohbetlerin çoğunda, o an orada bulunmayan üçüncü bir kişinin nerelerde hata yaptığı ya da (nadiren de olsa) nerelerde örnek davranışlar sergilediği konu edilir. Hem gayrı resmi hem de resmi konuşmalarda başkalarının kötü huylarıyla, erdemleriyle ilgili saptamalar yapma eğilimimiz kendini gösterir. Oysa “dedikodu” diye adlandırdığımız şey ahlak felsefesinin halk dilinde ifade bulmuş halinden başka bir şey değildir. Evet, dedikodu yaparken kinimizi, kıskançlığımızı, hayranlığımızı damıtıp somut hipotezler biçiminde sunmayız karşı tarafa belki ama iyiliğin ne olduğunu belirmeye çalışan, bunun için çözümlemeler yapıp çalışmalar kaleme alan filozofların izinden gideriz aslında.” Mutluluğun Mimarisi - Alain de Button

4.22.2007

içimdeki keriz


lan boşluk, son günlerde mutlu olduğumu hissediyorum. lakin bu bildiğin gibi değil. yani hani mutluluk nediri kendi içimde sorgulamadan mutluyum. biraz düşünsem esasında ne kada sefil bi hayat sürdüğümü görüp kederlenebilirim. Asla gerçekleştirelmeyen kısa vade planlarının bulunduğu post-it notlarının dikey düzlemden aşağı süzülmesine, yüzünüze gülen lakın iki kuruşa başka bir arkadaşa, başka bir hayata, başka bir yalana sizi satacak sevimsiz arkadaşlara, kendini kendisi sanan kendinibilmezlere, kutularda tepinen kuku çevresi görünen mankenlere, yüzsüz özgürlükçü faşizanlara, yan odada uyuyan arkadaşımın ciğerden kopup gelen aksırmalara, klip çekmek için terk edilmiş endüstriyel yapılardan başka bi yer bulamayan götüm ona rakçılara, dünyanın kaymağını yemiş ülkelerden gelip kaymak gibi kalakalan ülkemize döviz bırakmaya gelip de boyları bir anda iki sensen uzayanlara, dünyanın orta yerinde açlık çeken, öldürülen, tecavüz edilen, dışlanan, tabaklarındaki her bir pirinç tanesinin kıymetini bilen insanlara, evrenin mütemadiyyen büyümesi fikrine kafayı takmassam mutlu oluyorum. o zaman mutluluk parametrem nedir? zamanında sevmediğim bir idadi mektep muallimem şöyle demişti "dünyadaki bir kişinin mutsuzluğu bile tüm dünyayı mutsuz edecek kadar güçlüdür" ya da böyle bişeydi. yani mutsuz olmak şart. farkında olan bi insan mutlu olamaz. bize hep bu öğretildi. bize derken işte aklı selim sessiz azgınlığa. bugün hotel rwanda isimli bana yarım litre gözyaşı ağırlığınca sümük ve 8 metre tuvalet kağıdına mal olan yapıtı izleme olanağına sahip oldum. belki onun getirdiği düşünceler beni buraya itti. mutlu muyum? ama yıllar yılı ergenlik ve yakın sonrasında mutluluğu bir aptallık belirtisi olarak görmedik mi? yalan mı? mutlu olmak tukaka değil mi? mutlu olmassak hayatın bize sunduğu şeylerden daha fazlasını hak edebilecektik . yani mutsuzluk bi yandan da hep o yunan-roma heykellerindeki ideale ulaşma fikri değil mi? e yok işte olanı da taş onların. herkes daha fazlasını hak ettiğini düşünüyor. daha iyi bi yaşam mümkün, daha çok para kazanmalı, çocuk-kariyer bağıntısındaki ters orantıyı tersine çevirmeli, genital organlarından daha çok insan geçmeli. hep şunu söylemiyor muyuz? sarılıp uyuyacak biri olsun. çok basit gibi. lakin kolunuzun üstünde/altında biri varken ve o uyuşurken siz o kolu çektiğinizde bile o tatlı hayalin hayalini kuruosunuz.-the ark "oh no i wasn't dreaming of dreaming that dream". ben artık hayatı olduğu gibi kabul etmeye karar verdim. bu teslimiyetçilik değil. esasında öyle net bi karar da değil. sonuçta insan olmanın hem en güzel hem en kötü yanı bu. bi yanda eski fotoğraflara bakıp ne kadar tombiş, bodur, rüküş, kaşlı olduğumuza hayıflanırken diğer yandan o zamanki hissiyatımıza dönmek için neleri verebileceğimizden bahsetmekte beis görmüyoruz. son zamanlarda başıma gelen garip tesadüfler, hoş insanlar, boş mahlukatlar, ilginç kesişimler, küresel ısırmalar beni hayatın ne güzel, ne derin bir şey olduğunu hissettiyor. bugün değer verdiğim hayatla sorunu olan bir arkadaşım bana uzunca bir söylemimden sonra şöyle söyledi "insanlar bi âlem". ne güzel söz! düşünsenize bir insan başlıbaşına bir âlem. içine girmek istersiniz istemessiniz orası ayrı (metafora kapalı). zaten oldum olası kısa cümleleri, "sessiz" şarkıları, küçük evleri sevmişimdir. "ay ne kadar minimalsıığn" bayalığından uzak, low rise-high density(her türlü metafora açık) bir dünya umuduyla!

4.16.2007

şimdi yazıp yazıp sildiğim şu yazılardan ve kötü internet bağlantılarımdan bahane ederek yazmadığım bloguma geri dönmek istiyorum. lakin bağlantı olanakları elvermiyor. gelgelelim dimağımda iki lakırdıyı toplayıp bişiler yazmak var mı derseniz yok, derdim yine istanbul'la. İnsanın alıp veremediğinin bolca olduğu kaç kent vardır şu dünyada? soruyorum. kim abu dabi'yle dertleşir? kim lagos şehrini bir çiçekle özdeşleştirir? insan her gün görüp günden güne eriyen bu şehre nasıl acımaz? kendi sorunlamızın esas sebebi olduğu yetmiyormuş gibi bi de kendine çeki düzen vermiyor.

3.29.2007

anana mı küfrettik?


"bazen biriyleyken insan daha yalnız olabiliyor..." Woody Allen
(Fotoğraf: G. S.)

3.27.2007

gidelim buralardan dayanamıyorum!

Hepimiz Cenevizliyiz! Allah bu ülkenin başına gelen giden bütün göt politikacıların, bu ülkeyi, bu şehri kuşa çeviren bütün küçük burjuvanın, laz mütaahitin, otopark mafyasının, "küçük" esnafın, taşralının, bilirkişinin, kendini bilmezlerin belasını versin. Orospu çocukları çekin şu güzel diyardan elinizi! 700 yıl yağmur çamur demeden üzerinde konaklayan her medeniyetin sırtını dayamasına sesini çıkarmayan şu biçare "duvar"dan ne istiyosunuz? Sikerim metronuzu! Alçak adamlar! "Taksimden Haliç’e inen metro inşaatı, Galata’da durdu. Çünkü projeye göre metro, Cenevizlilerden kalma tarihi Galata surlarının tam üzerinden geçiyor. Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, “Sadece o duvar sorun yaratıyor” şeklinde açıklama yaptı. Topbaş’ın ‘duvar’ olarak adlandırdığı Ceneviz surları ve üzerinde yer alan Yanık Kapı ise İstanbul kültür mirasının en önemli parçalarından biri. 700 yıllık Yanık Kapı, Galata surlarının 12 kapısından ayakta kalan sonuncusu ve uzmanlara göre, Galata Kulesi kadar değerli bir yapı. Kapının üzerinde yer alan tarihi arma da, Galata’nın Ceneviz kolonisi olduğu günlere dair önemli bir belge. Yanık Kapı 1335 yılındaki yangından sonra inşaa edildiği için bu adı almış. Zeminin yükselmesi ve araç geçişleri ile kapı zaman içinde tahribata uğramış. Son olarak 2005 yılında bölgedeki doğalgaz inşaatı sırasında, İGDAŞ’ın kepçesine takılarak kırılmış. Kaza sonrasında yapılan restorasyonun ardından tarihi arma demir parmaklık içine alınmış. Kepçelerin, kamyonların tahribatından kurtulan Yanık Kapı ve Ceneviz surları, bu kez büyükşehirin metro projesine takıldı. Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, proje yapılırken, surların hesap edilemediğini söylüyor. Doktorasını sanat tarihi üzerine yapan Mimar Kadir Topbaş konuyla ilgili olarak “İş belli bir noktaya geldiğinde farkettik” diyor. Ancak Başkan Topbaş’ın farkedilemediğini söylediği Galata surları, şehir planlarında net bir şekilde görülüyor. Büyükşehir Belediyesi, metro inşaatına devam edebilmek için Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’ndan görüş sordu. Kurul da surların taşınmasına karar verdi ve taşınma işleminin ne şekilde ve nereye yapılacağına dair bir bilim heyeti raporu istedi. Ancak henüz bu heyet oluşturulamadı. Uzmanlara göre, surların taşınması mümkün değil. Ayrıca taşınması halinde nereye götürüleceği de ayrı bir sorun oluşturuyor... Z. S. - Ankara 23 Mart 2007, Cuma 12:54 ben orayı henüz görmedim, sakın ha oraya zarar vermeyin. orası türkiyenin tarihi! " www.ntvmsnbc.com

2.10.2007

benbeylegüzelimfalanfilan


"...İnsan uzun süre hiç kimseye karşı hiçbir şey hissedemeyince, bir noktadan sonra kendisinden korkar oluyor. "Ben biraz daha arayı açarsam, bu gidişle hadisenin fikrinden bile uzaklaşacağım; nasırlı duyargalarımın imkân tanıdığı rahatlığa iyiden iyiye alışacağım, aşk meşk meselesinin kepenklerini sonsuza dek kapatacağım" gibilerinden bir vehme kapılıyor.

Bu gibi endişelerin paniğiyle, biraz kendini kandırıp, biraz kendini sırtından itekleyip zorlayıp, kıpırdayası olmayan kalbine ve beynine zorla kıpırtı empoze ediyor.

Anlayacağınız, laf olsun torba dolsun hesabına, kendisine yeşillenecek birilerini arıyor, aramakla kalmayıp bir de üstüne buluyor.Bunlar bünyeye lâzım şeyler. Yok, yoksa, aşk şarkılarında hislenmek için hep envanterden faydalanmak gerekiyor. Geçmiş ilişkiler milişkiler hatırlanıyor, eski defterler açılıyor. Bitmiş gitmiş davaların peşinde, üstün başın manasızca küf kokuyor.

Bu gönül işlerinde envanterden kime ne hayır gelmiş ki canım?...

Yolda karşımıza daha iyi bir şey çıkarsa değerlendiririz elbet; şimdilik bu kadarı da yetiyor. Hatta yetmek de ne, insan hayat belirtisi verdiği için resmen mutlanıyor." Ebru Çapa

2.05.2007

elifbağ öğreniyorum!

Aşkım isyanlardanın yerini aşkım nisyanlardaya bırakmasıyla birlikte hayat komplike olmaktan çıkar. ilk önce artık her yüzde ondan bir şey aranmaz, yeni birileri bulunmaya çalışılırken titizlik aranamamakla beraber bu ileri safhalarda sütten ağzı yanmaya dönüşür ki fenadır, insanlara daha bi temkinli, çekingen yaklaşılır kaşarlık müessesinde işe alınmadıysanız. arkadaşlara daha bir sarılınır, türkan şoray misali "herkesin sevgilisi" olunur. tensel ihtiyaçlarınızı arkadaşın ensesine tokat, saç çekme, ağlayan kızların omuzlarınızda oluşturduğu ıslaklıkla karşılanır, yeşerilir onun olmadığı her yerde canımlar başlar. asillikten avamlığa ya da tam tersine geçilir. ne değilseniz o olunur. Sonra teknolociler gelişir, geniş bant internet hizmetleriyle "al bak bu şargı bizim şargımız olsun", "of ne biçim smayli koydum ama" diyerek "ye avatarım ye" prensibiyle önceden mendil düşürme, gerdan kırma, göz süzme, dokundurma, elle tacizin yerini bu samimiyetsiz/soğuk/ucuz şeyler süsler. Ama geçecek de bir gün gelecektir. ne olucak bu gençliğin hali diye kaygılanmak yersizdir, çünkü gençliğin halini iki kurtlar vadisi bir sihirli annem arasına sıkıştıran entel kuntel sağlı sollu insanlar sorunların köklerine inmekten acizdir. gençler ise her önüne gelene verir. bu da görece iyi bi şeydir. fakat sorunu çözmeleri için onlarında büyümeleri lazımdır. ama büyümek kötüdür. Bu konuda tıbbın aktarlardan daha fazla ileride olduğu muğlaktır. Bu yazının da amacı sapmıştır. susulmalı, bavullar hazırlanmalı, yollara düşülmelidir.

1.31.2007

Vatan kurtarmanın türlü yolları


"Adam kararlı mı kararlı, vatanı kurtaracak. Oturmuş sabaha dek düşünmüş, 'Ne yapsam da vatanı kurtarsam' diye. Gözüne uyku girmemiş. Sonunda 'dank' etmiş kafasına, "Buldum," demiş, "G.-L. araba vapurunu kaçırırsam vatan kurtulur." Vatanını çok sevdiği için vapuru kaçırmış. Ama herkes onun kadar vatansever olmadığı için vapuru adamın elinden alıp kendisini de hapse tıkmışlar. Bu işi hiç anlamamış, "Allah Allah" demiş adam, "şurada ne güzel vatan kurtarmaca oynuyorduk. Neden oyunbozanlık ediyorsunuz? Yoksa siz vatanınızı sevmiyor musunuz?" Bu acemi vatankurtaran, vatan dediğin şeyin kolay kolay kurtulamayacağını henüz anlamamış belli ki. Vatan dediğin kocaman bir şey. Bir tarafını kurtarıyorsun, diğer tarafı batıyor. Sen canını tehlikeye atıp gemi kaçırıyorsun, etmedik lafı bırakmıyorlar. "Ne yani gemi kaçırmakla vatanın kurtulduğu nerede görülmüş birader!" "Valla bizim çocuklar o araba vapurundaydı, korkudan altlarına işediler. Vatanı kurtaracaksa işesinler, bir itirazım yok, ama bu arada vatan da kurtulmuş filan değil." "Vallahi bir zamanlar vatanı kurtarmak için uçak bile kaçırıldı, vatan gene kurtulmadı. Tınmadı bile. Lök gibi oturuyor oturduğu yerde. Bu vatanın kurtulmaya niyeti yok galiba." Vatan uğruna adam öldürmeyen, gemi kaçırmayan, hamburgerci bombalamayan genişçe bir kitle var. Bu insanlar çok bilmiş çok bilmiş soruyorlar: "Gemi kaçırdınız da ne oldu yani? Türkiye'nin dış ticaret açığı mı kapandı?" "Hırant Dink'i vurdunuz da ne oldu yani? Ulusal gelirimiz mi arttı?" Bunlar, her şeyi parayla ölçen iflah olmaz materyalistlerdir. Ulusal birliğimize ve bütünlüğümüze zararlıdırlar. Ama elbet sıra o ayrık otlarına da gelecek! Biz vatan kurtaranların en sinirlendiği şeylerden birisi 'Hepimiz Ermeniyiz' lafı oldu. 'Hepimiz Amerikalıyız, hepimiz AB'liyiz' gibilerinden daha anlamlı ve yararlı benzetmeler dururken nereden çıktı şimdi bu 'Hepimiz Ermeniyiz' lafı, anlamadım. Bildiğiniz gibi AB vatandaşı olmak için yanıp tutuşuyoruz. Adamlar ayaklarını giriş kapısına koymuş, 'Seyyar satıcılar ve hurdacılar giremez' derken bizi de iteleyip duruyorlar. Her sene Amerika'da 'yarı vatandaşlık' demek olan 'Yeşil Kart' için binlerce Türk kendisi feda edercesine çırpınıp duruyor. Birileri de 'Hepimiz Ermeniyiz' lafına pek alınıp gemi kaçırıyor!... " Türker Alkan

1.27.2007

1.25.2007

Arkanda arı var!


İstediğini bulamamanın ötesinde beşeriyeti daha bir vahamete sürükleyen şey ne istediğini bilememek/bileyememek/kestirememek. Bu sadece falların ilgi alanı iş-aşk-para-aile kategorilerinden de öte bir şey. Bu hayatınıza öyle bir sirayet ediyor ki baktığınız menüdeki yemeklerin hiç birini ya da hepsini istemenizin önemi kalmıyor. Sadece üzerinizdeki o dayanılmaz seçme dürtüsüyle bir şeyler söylüyorsunuz. Amaç-araç-anaç çoklamalarındaki karmaşa hayatınızı piç etmekle de kalmıyor tat tut bırakmıyor. Belki de ösese’nin bize daha bir benimsettiği bir dürtüyle/özgüvensizlikle ama ya öbürünü seçseydim, ya diğerini seçseydim ne olurdu, üç soru daha yapaydım Ottüye kapağı atmıştım diye üçüncü kuşaklara kadar anlatılacak yerinmeler hayatımız oluyor. Bi Eş kadar olamıyoruz, o Pikaçusunu seçiyor, keyfi yerinde. Hayatımız yaptığımız seçimlerin toplamıymış. Mış mış. Ben de seçmek isterdim. Otobüs firmamı, seçmeli derslerimi, palyaçolu zincirlerde büyük boy seçimini. Bilmiyorum her şey bir anda oldu. Aslında hiçbir şeyi gerçekten istememekten de kaynaklanıyor bu. Ne istedin de bahşetmedi yüce tanrı sana. Yediğin önünde yemediğin arkanda. Tabi şükürün de dozajını iyi ayarlamaktan geçiyor. ‘career bitch’lik ile meramını dillendiremeyecek kadar anadile sahip olamama arasında geniş bir yelpazeden Ph 5.5 kıvamında bi yer edinmek gerek.


iyi ki doğduk her birimiz!